Salı, Temmuz 31, 2012

Los Angeles 1984'den Londra 2012'ye...

Kenan Onuk'un Anısına...


Çocukluk hafızama işlenmiş, ilk hatırladığım olimpiyat oyunları 1984 Los Angeles... 10 yaşındaydım. O zamanlar, tek kanallı TRT yılları... Renkli yayınlar başlayalı bir kaç yıl olmuş; ahşap görünümlü ITT Schaub Laurenz televizyonumuz evin baş köşesinde yerini almıştı. Türk olarak televizyon ile yatıp kalktığımız için TRT'nin yayınladığı her program ayrı bir heyecandı özellikle biz çocuklar için. Sabahtan gazetedeki televizyon sayfası hemen açılır, program akışı ezberlenir, tüm hayat buna göre programlanırdı. Şimdi anlatınca komik geliyor, ama o zamanlar komşular akşam oturmasına gelir cümleten Dallas, Martı Adası, ya da Şahin Tepesi gibi diziler, çerez eşliğinde, pür dikkat seyredilirdi. Juventus maçı oldu mu, çocuklar için bu erken yatmamak demekti.

O yıllar aynı zamanda video çılgınlığının da başladığı senelerdi. Hallice ailelerde Sony Betamax video player vardı. Eurovision şarkı yarışmaları, haftada bir yayınlanan müzik programları, futbol maçlarının özetleri, buz pateni şampiyonaları, Muppet Show, Kara Şimşek gibi bir çok program kayda alınır, sonra günlerce ileri geri sararak kasette bozulana  kadar izlenirdi. 





80'lerin Levent'i, içinde küçük çamlıkları, dutlukları, erik ve ceviz ağaçlarını barındıran bir semtti. Etiler, Ulus, Levent ve Ortaköy'ü birbirine bağlayan çayırın ortasından dere akardı. Rafet amcanın çiçekliği ve bostanı vadi içinde ağaçların arasında kaybolmuş bir vahaydı. Bu anlattığım alan o kadar in cin top oynar vaziyetteydi ki, bugün bu vadiye yapılmış olan MEF okulunun olduğu o yere bırak yaklaşmayı, inmeye cesaret edemezdik. Sütçümüz  Laz Adem de vadinin Ulus tarafında kalan tepelerinde otururdu. İneklerin, koyunların çayırda otlaması olağan bir günlük hadiseydi. Adem, metal süt bidonu ve bakracı ile her hafta bize yeni sağılmış sütünden getirirdi. Annemin, sütü kaynattıktan sonra üstünde iki parmak kaymak olduğu halde bana zorla içirişini hala unutmam!

Istanbul'da sokakta oynayarak çocukluğunu geçirmiş son kuşak herhalde benimkidir. Bu durum, Atari dışında teknolojinin pek olmadığı 80'lerde, bizlerin oyunlarına da yaratıcılık getirmişti. Okulların Mayıs'ın ortasında kapanmasıyla başlayan ve neredeyse 3,5 ay süren uzun tatil döneminde sabah erken saatte başlayıp, annelerimizin artık eve girmemiz için bizi aradıkları akşam saatlerine kadar süren bu sokak fasılları, 1984 Los Angeles olimpiyatı ile yeni bir evre kazandı.



  
Nur içinde yatsın, Kenan Onuk'un enfes yorumlarıyla seyretmeye doyamadığımız spor müsabakaları ve atletizm yarışları sonrasında kendi küçük olimpiyat replikasını sokakta uygulamaya koyardık. Mesela, inşaat artıkları içinden itana ile seçtiğimiz bol kıymıklı kerestelerden L şeklinde sopalar yapıp apartmanımızın arka bahçesinde çim hokeyi oynamaya başladık. Çocukluk arkadaşlarım Semin, Özlem, Oya, Metin, Serhan, Arda, Mıstık, Hasan, Ergün, Can ve Oğuz  ile bu bilinçsiz oynadığımız ve sonu kıymık yaraları, ya da sopalardaki paslı çivilerin bir yerimize batmasıyla biten çim hokeyi maçlarımız efsaneydi. Carl Lewis'in 100 metre'deki unutulmaz başarısı sonrası, biz de kendi aramızda 100 metre koşu, uzun atlama, yüksek atlama gibi yarışları uygulamaya koyduk. Ağaçlar arasına çektiğimiz iplerle engelli koşu parkuru bile yaptık. Kola ve gazoz kapakları madalyalarımız olur, temsil ettiğimiz ülkenin milli marşını palavradan söylerdik. Eyüp Can'ın boksta bronz madalya kazanması ile bir kaç gün boksa merak sardık, ama şükür ki bu merakımız kısa sürdü.

Londra 2012'de Türkiye, Çin voleybol maçını seyretmek için Earl's Court'un kapısından içeri girerken mutlu çocukluğumu, şimdi yerinde yeller esen eski Levent'imizi ve Kenan Onuk'un bize güzel sesi ve anlatımı ile sporu sevdirip, öğrettiği yılları anımsadım.





Demek ki, olimpiyatları canlı görebilmek onu yaşayabilmek için 28 yıl beklemem gerekiyormuş. Sponsorların vahşiliği ve aşırı kapitalizm eleştirilerini bir yana koyarsak, gerçekten bir şehrin, bir ülkenin olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapıyor olması her açıdan kıskanılacak bir tecrübe. 
Herşeyden önce, farklı ülkelerden gelen insanların şehirde yarattığı renklilik her köşe başında sizi yakalıyor ve istemeseniz de olimpiyat kültürünün içine çekiyor. Ayrıca, spora en meraksız adam bile hiç olmadı kendi ülkesinin yarıştığı bir müsabakayı izliyor, bilmediği bir spor dallını öğreniyor.

19,000 kişilik Earl's Court'un kapısından içeri girerken heyecanlanmamak mümkün değil. İlk olimpiyat seyrimde kadın voleybolcularımızı izleyecek olmam da harika bir tesaadüf. Kargaşaya alışmış bir Akdenizli olarak, salona girişteki intizama şaşırıyorum. Ne bir kuyruk, ne bir itiş kakış, ne bir bağırış çağırış. Güvenlik ve bilet kontrolünden geçip içeriye girmemiz iki üç dakika sürüyor.






   


Saat 9.30,  ilk düdük ile maç başlıyor. Seyircinin tutukluğu ilk dakikalarda oyuna da yansıyor. Çinliler nüfus avantajını burada da kullanıyor. Cılız da olsa gürültü yapıyorlar. Salonun çeşitli yerlerlerine dağılmış biz Türkler'den ses yok! 1.90'lık  yarma abla Yimei Wang smaçları bindirdikçe bindiriyor. İlk seti 25-20 veriyoruz. Bizim kızların makyajlarındaki fiyaka ikinci sette oyuna yansısa diye dua ederken, bu sette de papates oluyoruz! Üçüncü sette bizim kuzenler, arka sıradaki Kolombiyalılar ve önümüzdeki ha babam yemekten maçı pek izlemeyen Amerikalı aileyi mobilize edip biraz gürültü yapmayı beceriyoruz. Bizim kızların Çin seddini aşmak için var güçleriyle uğraşısı beni de gaza getiriyor. Elimdeki bayrağın şaşası, ucundan Ali Sami Yen tecrübem ve bass sesim ile bizim türbünün bir kısmını Türkleştirmeyi beceriyorum. Kısa süre sonra bizim taraf, 'efendi' seyrciden tatlı su holiganına dönüşmeye doğru yol alıyor! Bağırış çağırış, hadi kızlar falan derken skoru sürper bir setten sonra 2-1 yapıyoruz. Dördüncü sette Çinli yarma abla iyice coşuyor. Bizim kızlar blok için ellerinden geleni yapmaya çalışsalar da, maalesef 3-1 ile sahadan yenik ayrılıyoruz. 

Hayatımın ilk olimpiyat deneyimi, gerçekten tam anlamıyla harikaydı! Herkesin bu heyecanı yaşamasını isterim. Gönül isterdi ki, Kenan Onuk gibi bir atletizm bilgesi ve spor üstadı aramızda olsaydı; Türk halkı keşke onun sesi ve yorumuyla 2012 ve daha nice olimpiyatları izleyebilseydi. Aramızdan ayrılışının 7. yılında onu arıyor, özlüyoruz.

Umarım 2020 Olimpiyatlarını Istanbul'a verirler de, biz de halk olarak bu güzel organizasyon ile belki biraz yontulur, hem şehrimizi, hem de kendimizi biraz adam ederiz. Bol sporlu günler!

Yazarın notu: Bu yazıyı 31 Temmuz 2012 tarihinde, Londra Olimpiyatları zamanında kaleme almışım. Kenan Onuk gideli 16 yıl olmuş. 2020 olimpiyatlarını maalesef alamadık. Bazılarınız iyi ki almadık beceremezdik diye düşünebilir ama olimpiyatların yapıldığı ülkeye ve şehire sosyo-kültürel ve ekonomik olumlu etkisini yatsıyamayız. Bunun en iyi örneği belki de Atina'dır.  Kendini kanıtlamış bir şehir olan Londra'da bile 2012 olimpiyatları bu kentin işsizlik ve suç oranı yüksek Stratford bölgesinin çehresini değiştirmiş, o bölgede yaşayan bir çok gence ufuk açmıştır. Biz umudumuzu kaybetmeyelim, kızlarımız  Tokyo'da Çin'i bu sefer 3-0 yendi... Bravo kızlara!  







   







Perşembe, Temmuz 26, 2012

Çocuklarla Yollarda; Budapeşteden Atina'ya... 2. Bölüm


Nerede kalmıştık? Evet çocuklarla Tuna kıyısında yürümekteydik... Daha önce söylemiş miydim bilmiyorum ama topu topu bir öğleden sonramız ve akşamımız var Budapeşte'de. Sabaha Atina'ya hareket!



Tuna Nehri... Okul yıllarında tarih derslerinde, hikaye gibi dinlediğim savaşlarda hep kritik rol oynamış bu doğal sınırı gözle  görmek başka bir şey. İnsanın kafasında yarattığı resim ile gerçek çoğunlukla farklı oluyor. Mesela ben Tuna'yı biraz daha dar ve suyun renginin kurşuni gri olacağını düşünmüştüm. Oysa ki Tuna epeyce geniş ve suyunu rengi de sütlü kahve!


Görünüş bir tarafa, yüzyıllarca Osmanlıların bu nehir çevresindeki mücadelesi boşuna değil! Günün sonunda iş ekonomi ve onun getirdiği güce bakıyor. Ne demek istediğim kafanızda canlansın diye bir iki ansiklopedik bilgi vereyim. Tuna 10 ülkenin sınırları içinden geçip, dört başkent aşıp (Viyana, Bratislava, Budapeşte, Belgrad) Karadeniz'e dökülüyor. Uzunluğu 2779 km ve bunun 2415 km'lik bölümünde seyrüsefer yapılmaktaymış! Yani tarihte Tuna boylarını ele geçiren epey yaşamış! Osmanlı'nın en hızlı kazandığı muharebe olma özelliği gösteren Mohaç ile iki saatte Macaristan'a girilmiş. Yıl 1526. Bu savaş ile Osmanlı o dönemdeki Hıristiyanların en önemli müdafaa hattını böylece kırmış ve 145 yıl Tuna boylarını elinde tutmuş. Ben bilgiyi verdim. Siz tarihten kendi dersinizi çıkarın!





Tarihin detaylarına girip bunalmayalım. Meşhur Budin Kalesi'ni görmek üzere Tuna'yı sol kolumuza alıp, şehrin önemli eserlerinden olan Zincirli Köprü istikametine doğru yürüyoruz. Kordon boyu herkesin kullanabilmesi için geniş tutulmuş; bisiklete binenler, yürüyenler, koşanlar, piyasa yapanlar, mercimek fırın noktasına gelmiş sevgililer, bizim gibi göçebe turistler, banklarda oturmuş kıkırdayan tonton nineler ve o kadar yoğunluk içinde kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde kendine yol bulmuş turuncu BKV tramvayları... Sağ kanadımızda Paris'e kafa tutacak güzellikte binalar... Ama arada, o güzelliği bozmak için yapılmış gibi gözüken, 'eski rejim'in karanlık beton yapıları...



Zincirli Köprüye yaklaşırken çocukların karnı acıkıyor. Aman önemli kural! Çocuğu özellikle gezilerde aç bırakmayacaksın. Aksi takdirde bir kaç dakikada ayvayı yersin! Her türlü erzağı ve ıvır zıvırı barındıran ailemizin olmazsa olmaz 'siyah çantası'ndan hemen kuru kayısı ve fındıklar çıkıyor. O da yetmezse yulaflı gofretden, pirinç peksimetine kadar zengin ürün gamımız mevcut vesselam!


Kısa bir piknikten sonra Budapeşte'nin ilk ve en güzel köprüsüne geliyoruz. Karşımız Peşte! Bizim gibi, saatlerce, köprü trafiğinde cebelleşen ve sinir sistemi laçka olan toplumlar için bu tip köprüler terapi gibi! İki git gel ağlarsın... Istanbul'da derdinin büyüklüğünü anlarsın...!


Köprünün dört ayağını süsleyen ‘Oturan Aslanlar’ heykeltıraş Janos Marsolska tarafından yapılmışlardır. Efsaneye göre, köprünün açılış günü, taş işçilerinden birinin heykeltıraşın aslanların dilini yapmayı unuttuğunu söylediği ve bu yüzden de heykeltıraşın utanç içinde Tuna Nehri’ne atlayarak hayatına son verdiği anlatılır. Bu, köprüye hava vermek için yazılmış bir efsanedir.  İnanmayın! Marsolska intihar etmemiştir. Hatta tam tersine, aslanlara neden dil yapmadığını soranlara cevabı ‘Bunlar aslan, köpek değil’ olmuştur! Marsolska günümüzde, Türkiye'de sanatını icra edip böyle haddini bilmez tavırlarla konuşsaydı, eminim anasını alır Budapeşte'ye döner, ya da 'Silivri'de bir süre sinirlerini yontardı!

Budin Kalesi'ne şöööyle aşağıdan kafayı kaldırıp bakınca, kıvrıla kıvrıla tepeye doğru çıkan parke taş döşeli dik yokuşu gözümüz yemedi ve hemen fenikülere yöneldik. Çocuklar feniküleri görünce epey sevindiler. Bu yaşta etraftaki ıvır zıvır ile onları oyalamak kolay, ama yaşları biraz büyüyünce "Hadi kalk Budin Kalesi'ni göreceğiz" desek fırçayı yeriz.


Feniküler 1870'de yapılmış. İki kulübemsi araçtan oluşuyor. 800 HUF civarı - 5 TL - bir para alıyorlar adambaşı. Çocuklar fasulye! Ağır ağır dik tepeye doğru yol alırken aşağımızda kalan manzarayı seyretmeye doyum olmuyor. Gözüm hemen Osmanlı'dan kalan eserleri arıyor ama öyle gözle görünür bir şey yok. Şaşırmamak lazım çünkü 1686'daki Kutsal Kuşatma esnasında kale çok ciddi hasar görüyor. İş onla kalsa iyi, yüzyıllar boyunca süren savaşların üzerine bir de Nazi işgali... Bir çok yapının bu kadar iyi bir biçimde hala ayakta kalabilmesi  bana sorarsanız mucize. Kale gerçekten şehir gibi. Sandor Sarayı, Macar Ulusal Galerisi ve Budapeşte Tarih Müzesi'ni ancak dışardan tavaf edebiliyoruz. Kale'nin manzarası en güzel noktasında keman çalan yaşlı amcanın notalarını bir süre dinledikten sonra inişe geçiyoruz. Feniküler yerine kalenin yan cephesinden yılan gibi kıvrılan parke taşlı yoldan inmek puset ile biraz zor oluyor, ama hem kalenin görkemini daha iyi anlamak hem de altımızda uzanan Tuna manzarasını doya doya seyretmek için harika bir parkur bu! Çocuklar da parke taşların üzerinde zıplayarak kendilerine oyun yaratıyorlar.


Güneş artık dağların arasında kaybolmak üzere. Ekim ayındayız. Gündüz üşütmeyen hava güneşin gitmesiyle bir anda soğuyor. Çocuklar artık acıkmaya ve yorulmaya başladılar. Karanlık çökmeden Zincirli Köprü'yü geçip Peşte'ye ayak basıyoruz. Paşa, köprü üzerindeki aslan heykellerine bayılıyor. Aslan kükremesi gibi sesler çıkarıp bol bol kıkırdıyor.





Jozsef Atilla Caddesi boyunca yürüyoruz. Sanki salgın hastalık yaşanmış da, insanlar kaçmış gibi şehir bomboş! Kaleden bol bol kubbesinin fotoğrafını çektiğimiz St. Stephen Kilisesi'nin önündeyiz. Bence bu basilika, parlamento binası ile beraber şehrin en güzel, en göze çarpan binası. Bu bölge eski yapıları, şık kafeleri, restoranları ve barları ile Roma'yı anımsatıyor. Sokaklar trafiğe kapalı olduğu için  yürüyüş de keyifli.

Artık karnımız zil çalıyor. Yerel Macar yemeklerini tadabileceğimiz bir yer arıyoruz ama tüm mekanlar sanki 'ne kadar az Macar, o kadar iyi' sloganını benimsemişler gibi!! Türk hatta Kore lokantası bile var ama Macar yok! Epey bir turladıktan sonra kendini 'aman kimse beni bulmasın' dercesine saklamış, daracık bir Macar sofrası buluyoruz. İki çocuk ve pusetle içeri girdiğimizde, tezgahın ardında oturan teyze, okuma gözlüklerini şöyle bir indirip, 'nereden çıktınız' der gibi bize bakıyor. Teyze, sanki biz yokmuşuz gibi tekrar okuduğu gazeteye gömülüyor. Loş lokantanın duvarları köy vari kap kacak, antika çatal bıçak, bardak gibi eşyalarla süslenmiş. Sempatik desem değil, çirkin desem o da değil...! Lokantada bizden başka kimse yok. Açlıktan ölmemize az kaldı. Teyze hala istifini bozmuş değil! Sonunda yerinden kalkıp masamıza yemek listesini bırakıyor. Liste baştan sona Macarca. Höttörö itttürü möttörö... Hatunda İngilizce yok, bizde de Macarca! Rachel'ın kırık Almancası da pek işe yaramıyor. Evrensel Tarzanca ile anlaşmaya çalışıyoruz. Macar gulaş, yanına iyisinden bir Tokaji şarabı hayalleri kurarken, spesiyalitesinin safi patates olduğu bir mekana geldiğimizi anlamamız uzun sürmüyor.




Papates kızartması, patates püresi, fırında patates... Yanına lahana turşusu salatası! Tayzeye şarap soruyorum. 'Nem' diyor! Bira.... o da 'nem'!! Mustafa Balbay bizimle seyahat ediyor olsaydı şüphesiz hemen şu maniyi yakardı 'Nem nem, bize yok bu akşam dem!!'... 




İçimiz dışımı patates olmuş bir biçimde geceyi tamamlıyoruz. Macar gulaş ve Tokaji sevdası bir başka Budapeşte ziyaretine kalıyor. 

Gecenin karanlığında, kendi adımlarımızın gürültüsü dışında tek bir gürültünün olmadığı ıssız caddelerden geçip kendimizi yatağa atıyoruz. 



Sabah çok erken saatte başlayan bu yolculuğun starı tartışmasız kızım Keira Mavi. 5 yaşında ve bizim gibi yürüme histerisine tutulmuş bir anne baba ile olmasına rağmen, her daim bize ayak uydurup 'gık' bile demedi! Aferin kızıma!!!!

İşte, 24 saatlik Budapeşte maceramız böylece tamamlanıyor. Yarın ver elini Yunanistan...

Okura not: Biz bu seyahati gerçekleştirdikten kısa bir süre sonra Macar Havayolları Malev battı!