Pazar, Ekim 17, 2004

"The Gate"de Alim Erginoglu'ndan:
Oxford'da Yurumek...

Cuma, Ekim 01, 2004

SIRT ÇANTAMDAKİ SRİ LANKA

SIRT ÇANTAMDAKİ SRİ LANKA


“Düşlerimizle yaşamalıyız elbet, ama onların peşinden koşmadıktan sonra düşler ne işe yarar” gibi edebi cümlelerin arkasına sığınarak, büyük şehir yaşamının bizim için biçmiş olduğu, üzerimize bol gelen giysisinin içinde, oyunu kurallarına göre oynamanın rahatlığı içinde yaşar dururuz. Oysa ki, gitmek, hem de çok uzaklara gitmektir hep, hergün, her saat, belki de her dakika düşlediğimiz. Ancak, o üzerimizdeki eğreti giysinin içindeyken düşleri kovalayacak gücü bulamayız. Uzak diyarların düşleri, ofisteki bilgisayarımızda bir ekran koruyucu, televizyonumuzun ekranındaki bir belgesel, ya da geçen yıl bir vesileyle tanıştığımız İngiliz “John”un sırt çantasıyla çıktığı dünya turundan bize yolladığı egzotik kartta kalır.

Hakikaten düşten öteye gidemez mi, bir insanın yanına ellibeş litrelik bir sırt çantası alarak, bir kaç parça eşya ile uzak diyarlara yelken açması? O kadar imkansız mıdır bu? Ön yargıları bir köşeye bırakıp, Londra’dan, Paris’ten ya da Viyana’dan öteye gitmek, gidebilmek çok mu zordur?

Batıya gitmek her zaman için bende garip bir sıkıntı yaratmıştır. Bitmek tükenmek bilmeyen vize kuyruklarında beklemekle başlayan bu sıkıntı, batının insana sağladığı nimetlerin keyfini sürerken daha da artar. Gidilen her şehir birbirine benzemeye başlar. Yenilen yemek, içilen içki, binilen araçlar, çevre düzeni, mimari, ve niceleri bir süre sonra insanı şaşırtmaktan uzaklaşır ve her şey monotonlaşır. Kokular ve tatlar sıradanlaşır. Oysa doğu, yani Asya öyle değildir. Alıştığımız, doğru bildiğimiz her şey bu diyarda gerçekliğini yitirir. Kimse vize için banka hesap cüzdanınızı, tapu bilgilerinizi istemez. Seyahat etmenin özgürlüğünü ironik bir biçimde burada daha çok hissedersiniz. Asya sizi şaşırtmak için her kilometrede elinden geleni yapar. “Sıkıntı” ya da “monotonluk” kelimeleri bu coğrafyanın lügatında yoktur. Neresine giderseniz gidin, Asya binbir kokunun ve binbir tadın toprağıdır. Asya, bir kere gidildi mi, yollarının tozu bir kez yutuldu mu, vazgeçilmez bir tutku haline gelir ve gezgin her ülkesine döndüğünde Asya onu sıcak kollarına tekrar çağırır.

Asya yollarının tozunu 194 gün yuttuktan kısa bir süre sonra, kalbimiz ayrılığa fazla dayanamadı ve güney Asya’nın en son noktası olan, Hindistan’ın gölgesinde kaldığı için Türk gezginleri tarafından pek gidilmeyen, Sri Lanka’ya doğru yelken açmaya karar verdik. Bir kaç haftalık bir araştırmanın ve bütçe planının ardından herşeyimiz hazırdı. Gulf Air’den 532 $’a, Istanbul, Bahreyn, Abu Dhabi, Colombo, Abu Dhabi, Muscat, Bahreyn, Istanbul parkurunu kapsayan, 7 uçuşluk bir bilet temin ettik. Yeme, içme, konaklama ve lokal ulaşım dahil, günlük kişi başı maksimum 20$ dolarlık bir bütçe oluşturduk. Yıllar evvel tatile çıkarken yanımızda düzinelerce gömlek, bolca t-shirt ve azımsanmayacak sayıda ayakkabıyı olurdu. Oysa ki şimdi, Rachel ve ben, yirmi gün bizi idare edecek eşyayı ellibeş litrelik bir çantaya sığdırmıştık. İlk yardım seti, bir iki t-shirt, gömlek, şort, sandalet, çakı, el feneri, asma kilit, defter ve kalemlerimiz...

Gecenin karanlığında, Portekizli, Hollandalı ve İngiliz denizcilerin yüzlerce yıl önce yelken açtığı, dalgalarında boğuştuğu Hint Okyanusu’nun üzerinde koca bir uçağın içinde, Sri Lanka’ya doğru ilerliyorduk. Seylan çayı, kriket ve küçüklüğümden beri haberlerde ara ara kendini gösteren Tamiller ve onlarca kişinin hayatını kaybettiği iç savaş haberleri... İşte Sri Lanka hakkında tüm düşünebildiklerim bunlardı. Ne kadar araştırmış, ne kadar okumuş olsam da, karşıma çıkacakların, yaşayacaklarımın kafamda kurduğum Sri Lanka ile örtüşmeyeceğini gayet iyi bilerek gözlerimi kapadım.


COLOMBO

Sabahın ilk ışıkları ile birlikte, Hindistan Yarımadası’nın güneydoğu ucundaki, gözyaşı damlasına benzeyen Sri Lanka adasının başkenti Colombo’ya indik. Tamil Kaplanları’nın 2001 yılında Katunayake Havaalanı’na düzenledikleri saldırının izleri çoktan silinmişti, ama Sri Lankan Havayolları’nın parçalara ayrılmış alevler içindeki yepyeni Airbus uçaklarının gazetelerdeki fotoğrafları hala belleklerimizdeydi. 2002 yılında Norveçli arabulucuların girişimleriyle sağlanan ateşkes sanki hiç olmamışcasına, havaalanının her köşesinde otomatik tüfeğiyle nöbet tutan bir asker vardı. Bu savaş havası, havaalanından dışarıya adımımızı atınca son bulur diye bekliyorduk, ama sardalya kutusuna benzeyen, içi ağzına kadar dolu halk otobüsü ile şehir merkezine giden 40 km.’lik tozlu yol boyunca ilerlerken, kum torbalarıyla çevrilmiş bir sürü askeri kontrol noktasından geçtik. Herşeye rağmen, bembeyaz dişlerini göstererek bizlere her fırsatta gülümseyen, yardım etmeye çalışan insanların gözleri, yaşanan bütün acıları geride bıraktıklarını anlatırcasına parlıyordu.

Sırt çantası ile kendini Colombo’nun kalbi Pettah’da bulan gezgin ne yapar? Tabii ki, Hilton Hotel’in yolunu tutmaz. Bütçe ile gezen gezginlerin tercih ettiği hostel, guesthouse tarzı küçük bir yer bulmak için üç tekerlekli, “tuktuk” olarak adlandırılan motorsiklet taksilerin sürücülerinden birine, sıkı bir pazarlıktan sonra kendimizi teslim ettik. Colombo’nun güneyindeki, Kollupitiya bölgesinin sakin mahallelerinden birinde Mrs. Nanayakara’nın koloni döneminden kalma, eski eşyalarla dolu, tek katlı bahçeli evinde 1700 rupi’ye (1 $=99,5 rupi) fanlı bir oda tuttuk. Bir Türk’ün sırt çantasıyla ülkelerini geziyor olması onları ne kadar şaşırttıysa, ailenin dört yıl önce Istanbul’u ziyaret ettiklerini öğrenmemiz de bizi epey şaşırttı. Kapalıçarşı’da bir muzip halıcının Bay Nanayakara’ya, “karını bize bırakırsan, sana 500 deve veririz” demesine epey güldük. Ülkemizin mehşur develeri burada da bizim peşimizi bırakmadılar!

Yollarda vızır vızır işleyen rengarenk tuktukların, çiçeklerle süslenmiş eski otobüslerin, koloni döneminden kalmış eski binaların, buram buram köri kokusunun yayıldığı küçük lokantaların, sarileri ile salına salına yürüyen alımlı kadınların, masaörtüsüne benzer peştemalları ile gezen adamların, şemsiyenin altında gizlice öpüşen çiftlerin, gözleri pırıl pırıl parlayan, sizi her görüşlerinde “hello” diye bağırıp gülümseyen çocukların ve okyanustan esen rüzgarla insana kanatlanıyormuş hissini veren hindistan cevizi ağaçlarının şehri Colombo. Okyanus kıyısındaki şehrin kalbi sayılan Galle Road’da, her akşamüstü gün batımını festival havasında izleyen halkın arasına karışmadan, Pettah’ın kalabalık dar sokaklarında meyve satıcılarından bir coconut ya da ananas almadan bu şehri terketmek olmaz. Biz de öyle yaptık ve Colombo’nun sokaklarında kah kaybolduk, kah kendimizi kaybettik.

Bütün büyük şehirler, tüm güzelliklerine rağmen bir süre sonra insana “git” diyor. Biz de bu sesi dinleyerek Colombo’nun iğne atsan yere düşmez tren istasyonundan, ikinci sınıf bir vagona atlayıp güneye Galle şehrine doğru yola çıktık. Dünyanın en etkileyici tren yolu hattı bu olsa gerek; bir tarafta bembeyaz kumsalları ve turkuaz rengiyle Hint Okyanusu, diğer tarafta ise yeşilin bütün tonlarını içinde barındıran ormanların içine serpilmiş ahşap köy evleri.

1920’lerden kalmış gibi gözükse de, kalabalık olsa da, ülkedeki en kolay ve ucuz ulaşım aracı tartışmasız tren. Colombo Galle ikinci sınıf tren bileti için adambaşı 90 rupi ödedik ki, bu 1 $’dan az bir paraya tekabül eder. Tren yolu hattı ülkenin genelinde yaygın olsa da, trenin gitmediği, otobüs ya da dolmuş türü minibüslerle seyahat gerektiren parkurlar haliyle var. Şunu söylemek gerekir ki, Sri Lanka yollarında seyahat eden bir adamın kalbi sağlam, vücudu da sıcağa dayanıklı olmalı. Kimi zaman, 40 derece sıcakta klimasız, içi ağzına kadar eşya ve insan dolu minibüslerle hoplaya zıplaya saatlerce gitmek hiç öyle kolay değil. Fakat, sırtında çanta, boynunda fotoğraf makinası ile yol kateden gezginin, ülkedeki gerçek şartları tecrübe etmesi için de bundan iyi bir fırsat olamaz.


GALLE’DE...

Sessiz ve huzurlu Galle tren istasyonunun kapısından çıkınca, insan kendisini kişiliksiz beton binaların ve iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık bir otobüs terminalinin ortasında bulacağını düşünmüyor. Üzerimize çullanan turist simsarlarının bitmek tükemek bitmeyen tekliflerini otomatik olarak reddeden benliğim, Arap denizcilerin, Portekizli kaşiflerin, sonrasında da Hollandalı ve İngiliz sömürgecilerin derin izler bıraktiği surları aradı durdu. Etrafımı çeviren dilencileri, çantamı sırtım almaya çalışan tuktukçuları ve önümden salına salına geçen ineği önemsemeden, okyanustan esen tatlı rüzgara doğru koştum. Hindistan cevizi ağaçlarının arkasında, tuzlu su ve nemden rengi siyaha dönmüş şehrin koca surlarını görünce rahatladım, derin bir huzur duydum.

Şehir surlarının kuzey girişine bakan, ibadethaneden daha fazla itibar gördüğü aşikar, kriket stadyumunun yanından yürüyüp eski Galle’ye girdik. 1669 tarihini taşıyan, Verenigde Oostindische Compagnie (VOC) – Hollanda Doğu Hint Şirketi - armadasının asılı olduğu kapı sanki görünmez bir zaman çizgisiydi. 2004’ü geride bırakıp 1600’lere, 1700’lere doğru yolculuğumuza başladık.

Okyanusa doğru giden Lighthouse Street ve Church Street arasına sıkışmış daracık sokaklara bakan büyük pencereli, ahşap panjurlu, geniş verandalı ve ekseriyetle iç avlusu bulunan, Avrupa mimarisi ile güney Asya mimarisinin karışımı evlere hayran olmamak mümkün değil. Bu evlerin büyük bir çoğunluğu Hollanda idaresi sırasında inşa edilmiş. Hollandalılar’dan önce buraya gelen Portekizliler’e ait yapı, surların bir kısmını saymazsak yok denecek kadar az. 1796’da Galle’yi ele geçiren İngilizler, Hollanda yapılarını korumuşlar, hatta aynı mimari stili devam ettirerek sonradan yapılan evleri de mevcut dokuya uydurmuşlar. İngiliz müstemlekesi sırasında, “layd”ler ve paralı tüccarlar için inşa edilmiş lüks otellerden bazıları eski tarzlarını devam ettirmek suretiyle, zengin turistlere hala hizmet etmekteler. Dar bütçeyle gezen gezginin, oda fiyatı 300’dan fazla olan Lighthouse ve The Dutch House otellerinin etkileyici görüntülerini dışarıdan seyretmekten başka çaresi yok.

Her ne kadar Galle, UNESCO’nun World Heritage listesinde olup çeşitli kuruluşlardan destek alsa da, bir çok yapı kendi kaderine terkedilmiş durumda. Evlerini ayakta tutabilmek için gelire ihtiyacı olan halkın bir kısmı, artan turist sayısıyla beraber evlerinin bir kısmını pansiyona çevirmişler. Bu sayede çok cüzzi fiyatlara, eski Galle evlerinden birinde, hem de aile yaşantısını tecrübe ederek kalmak mümkün. Sırtımdaki çantaya iliştirdiğim küçük ayyıldızlı bayrağımı gören yaşlı bir müslüman “Osmanlı gel bakalım” diyerek, bize evinin iç avluya bakan yüksek tavanlı odalarından birini, iyi bir indirimle, 500 rupi’ye kiraladı. Hatırı sayılır bir müslüman nüfusuna sahip Galle’de bir Türk’ün dolaştığını duyan ahali ile ev sahibimiz Abdullah sayesinde kısa sürede kaynaştık. Kapılarında geniş bir ay ve koca bir yıldız bulunan, bir çok müslüman evine girip çıktık. “Ben Abdülaziz”, “Ben Fazıl”, “Ben Mecid”, “Ben Muhammed”... Galle’de tanıştırıldığım her müslüman, bana halifenin soyundan gelip gelmediğimi sordu. Şaşkınlığı üzerimden atamamışken, kimi de şu anki Osmanlı padişahının kim olduğunu öğrenmek için beni soru yağmuruna tuttu. Türkiye hakkında daha bilgili olanlarla büyük Ata’mızı Galle’de anmış olduk.

Seylan çayları geldi, Seylan çayları gitti ve biz sohbete dalmış güneşi batırırken, sokakların ölü havası da kayboldu. Yüksek burçların üzeri kalabalıklaşmaya başladı. Çocukların bir kısmı rengarenk uçurtmalarını gökyüzüne bırakırken, burçların arasına sıkışmış toprak sahada başka bir grup çocuk da, ayakları çıplak vaziyette kriket oynuyorlardı. Sokak lambaları birer ikişer yanmaya başlayıp dünya kendini turuncuya teslim ederken, biz de kalabalığın peşine takılıp denize bakan surların en yüksek noktasından deniz fenerine doğru, hindistan cevizi ağaçlarının hışırtılarını dinleye dinleye kendimizi geceye bıraktık. Nice savaşlara tanıklık etmiş bu surlar koloni döneminde sadece denizden gelen saldırılara karşı bir koruma olarak değil, aynı zamanda 16.yy’da Avrupalılar için önemli ticari değeri olan “musk yağı” üretiminde de kullanılmış. Surların güney bölümünde kurulan kanalizasyon depolarında üremesi sağlanan bir tür fareden elde edilen musk yağları gemilerle kıta Avrupa’sına taşınıp o dönemim kozmetik üretiminde ana madde olarak önemli bir yer tutmuş.




KUM, DENİZ GÜNEŞ...

Galle’nin tarihi dokusundan bir süre uzaklaşıp, kıyı şeridi boyunca dolmuş minibüsler ile doğuya doğru devam edip, balıkçılıkla geçinen küçük köylerin sıra sıra dizildiği Mirissa vardık. Mirissa, geniş bir koyun içine saklanmış küçük, cennet gibi bir kasaba. Sri Lanka’ya gelen yabancılar deniz ve güneşin tadını çıkarmak için genellikle Galle’nin batısında kalan Hikkaduwa ve Unawatuna’nın kalabalık ve yozlaşmış sahillerine akın ettiklerinden, Mirissa bir iki guesthouse dışında turizmden nashibini almamış. Sahilde dalgaların sesini dinleye dinleye uyuyabileceğimiz, tahtadan yapılmış küçük bir bungalowa 900 rupi verip, hemencecik kendimizi Hint Okyanusu’nun ılık sularına bıraktık. Dalgalarla bir süre oynadıktan sonra Hint Okyanusu’nda yüzmenin, Ege’de yüzmek gibi olmadığı aklımıza gelip irkildik. Evet, tabii ki aklımıza köpekbalıkları geldi ve özellikle de, “büyük beyaz”... Köpekbalığına ayrı ama, Sri Lanka’da yüzmenin en büyük tehlikesi kesinlikle ani akıntılar. Her sene yüzlerce kişinin sadece akıntılar sebebiyle hayatını kaybettiğini anlattı balıkçı Jayawada. “Köpekbalıkları ise ancak turist sezonu bitince gelirler.” demesine herhalde inanmamızı beklemiyordu!

Bir adada olup da deniz ürünlerini tatmamak olmaz. Tahta çubuklara geçirilerek, odun ateşinde ızgara edilen, köriye bulanmış dev karidesler ve kalamarların tadına doymak mümkün değil. Izgaranın yanı sıra balıklar ve deniz böcekleri fırına verilerek, köri ve sebze ile de pişiriliyor. Bunların bir kısmı o kadar acı ki, dikkat edilmezse insan baygınlık bile geçirebilir. Deniz ürünleri geleneksel olarak haşlanmış pirinç ile servis ediliyor.

Sri Lanka’nın balıkçılarının alışılmışın dışında bir balık avlama yöntemleri var. Gelgitler neticesinde denizin çekilmesiyle, üzerinde bir kişinin oturabileceği kadar çıkıntısı olan dar bir kalasın kuma dikilmesi sonucunda hazırlanan basit bir balıkçı seti bu. Denizin tekrar yükselmesi ile beraber, balıkçılar bu setlerin üzerlerine iki büklüm oturarak mercan kayalıklarına gelen balıkları avlıyorlar. Balıkçıların nasıl bu kadar uzun süre o dar kalasın üzerinde kalabiliyor olmasına şaşmamak elde değil!


FİLLER, BAHARAT ve KÖRİ

Sri Lanka’nın güneyine inen tren yolu ağı Matara şehrinde son buluyor. Ülkenin iç kesimlerine gitmek için, ya ekspres treni yakalayıp 3 saatlik bir yolculukla tekrar Colombo’ya dönmek, ya da Matara’dan minibüsle yaklaşık 8 saat süren kabus bir kara yolculuğu yapmak gerekiyor. Yerlilerle konuşup, onların tavsiyesini aldıktan Colombo üzerinden Kandy’ye giden trene binmeye karar verdik. Matara’dan Colombo’ya kadar olan bölümde vagonlar tenhaydı, ancak Colombo’ya varınca ortalık mahşer yerine döndü. Vagonlar o kadar doldu ki, Colombo istasyonunda beklerken sıcak ve kalabalıktan bir ara nefes alamaz hale geldik. Bu sıkıntılı hava içerisinde tren hareket etti, ama bir kaç metre gitmişken ani bir frenle durdu. Ardından yeri göğü inleten bir kadın çığlığı duyuldu ve istasyonda bekleyen insanlar vagonun altına doğru bir hamle yaptılar. Sri Lanka’da, sevmedikleri bir adamla zorla evlendirilmek isteyen kızların kendilerini trenlerin önüne atarak canlarına kıydıklarını duymuştuk. “Eyvah! Böyle bir trajediyle karşılaşmak varmış” diye Rachel ile panik halinde birbirimize bakakaldık. Tanrım, feci bir durumdu bu ve kadının feryadları hala devam ediyordu. Kısa bir süre sonra vagondaki insanlar gülmeye başladılar. Ortada gülünecek bir durum olmadığı kesindi, ama Sinhalese lisanını bilmediğimiz için ne olduğunu da soramıyorduk. Dehşete düşmüş bir halde sağa sola baktığımızı gören genç bir kız bize durumu biza sonunda izah etti. Alkollü bir adam ile karısı yanımızdaki vagonda kavgaya tutuşmuşlar bütün bu curcuna, kendini öldürmek isteyen bir kız değil, basit bir karı koca kavgasıymış. Kandy’ye yolculuğumuz traji-komik bir biçimde başlamış oldu.

1815’e kadar son Sinhalese Krallığı’nın başkentliğini yapan Kandy, deniz seviyesinden 500 metre yüksekte, şirin bir şehir. Çevresi yüksek ağaçlık tepelerle çevrili şehrin ortasında dar ve uzun bir göl mevcut. Gölün kuzeybatı yakası şehrin ticari merkezi. Bu merkez olmasa, insan Sri Lanka’nın en büyük ikinci şehrinde olduğunu anlamayacak. Dalada Vida Caddesi’nden tuttuğumuz bir tuktuk ile, diğer gezginlerin tavsiye ettiği, Walker’s Inn Guesthouse’a doğru tırmanmaya başladık. Yunanistan’ın Akropol Rallisi’ni aratmayacak kadar virajlı ve bozuk bir yoldan şehre kuşbakışı bakan bir tepedeki Walker’s Inn’e vardık. Kucağında bebeği ile evin hanımı Thusari bizi kapıda karşıladı. Akabinde diğer afacanlar da, yeni gelen yabancıları görmek üzere bir bir ortaya çıktılar. İşte Sri Lanka’da, bütçe mantığı ile gezmenin en güzel taraflarından biri bu; ailelerin evinde pansiyoner olarak kalarak gerçek Sri Lanka yaşantısının içinde olmak.

Kandy’nin kesinlikle atlanmaması gereken dört özelliği var. Bunlardan birincisi ve en önemli olanı, her yıl Ağustos ayının ilk haftasında dolunayda yapılan ve Güney Asya’nın en önemli Budist festivali olarak adlandırılan “Perahera”. Bu festival gümüş işlemeli, sırmalı kaftanlarla bezemiş fillerin; ellerinde harıl harıl yanan meşhaleler, kıvılcımlar saçan fırıldaklar ve yüzlerinde maskeleri ile kendilerini kulakları sağır eden davul seslerininin ritmine kaptırmış dansçıların; ipekten sarilere bürünmüş alımlı kadınların, turuncu giysilerinin içinde çıplak ayakla yürüyen rahiplerin festivali.

Kandy’nin en önemli ikinci özelliği, hayatın bir parçası olan filler. Öyle ki, şehrin dışına çıkıldığında yol kenarlarında salına salına yürüyen, ya da inşaatlarda vinç gibi çalışan filler görmek oldukça olağan manzaralar. Filler dinen kutsal olduğundan, bu canlıları gözetmek konusunda halk ve devlet büyük çaba sarfediyor. Thusari’nin kocası Seneka ile beraber, Kandy’nin 40 km batısındaki Kagalle’deki Pinnewala fil yetimhanesine gittik. Doğada çeşitli sebeplerle ailesini kaybetmiş, yaralanmış muhtaç filler burada bakılıp, besleniyor ve tekrar doğaya kazandırılıyor. Biberonla beslenen yavru filleri seyretmek, onlara dokunmak, kafalarını sevmek harika bir duygu.

Kandy’nin üçüncü önemli özelliği, ülkenin en kutsal mabetlerinden biri olan “Sri Dalada Maligawa”, yani “diş tapınağı”. İnanışa göre, Buda’nın cesedi yakıldıktan sonra bir rahip küllerin arasından Buda’nın dişlerinden birini alır ve saklar. İşte bu diş, bu olaydan yüzyıllar sonra, 4.yy.’da, gizlice Sri Lanka’ya getirilir. Anuradhapura şehrinde saklanan diş, Hindistan Sri Lanka arasında savaşlarla sebebiyle gidip gelir ve sonunda 1687’de inşa edilen bu tapınakta korumaya alınır. Günümüzde bu tapınağı ziyaret edenlerin bu dişi görmesi olası değil, çünkü diş bir tabutun içinde saklanmakta. Her ne kadar diş görülemese de, tapınağın büyülü havasını solumak için burada bir kaç saat geçirilmeli.

Ülkenin en iyi baharatlarının üretildiği ve çevresi baharat bahçeleriyle dolu bu şehrin atlanmaması gereken en önemli dördüncü özelliği ise tartışmasız köri ve köri yemekleri. Sri Lanka’nın hiç bir yerinde köri kullanılmadan yemek yapılmıyor olsa da, Kandy’nin köri yemekleri bir başka. Bizim sadece sarı bir tozdan ibaret olarak bildiğimiz köri’nin değişik renk ve lezzette onlarca çeşidi olduğunu görünce şaşırmamak elde değil. Hindistan mutfağından gelen “biryani”, “masala” gibi et yemekleri Sri Lanka mutfağında önemli yer tutsa da, sebze ağırlıklı yapılan köriler ülke mutfağının temelini teşkil ediyor. Dolayısıyla, mide rahatsızlıklarından çekinerek et yemeyenler, ya da vejeteryan olanlar için Sri Lanka mutfağı bir cennet. Sebzeli körilerden, mercimek, kabak, patlıcan, patates, fasulye, ıspanak ve bezelyeden yapılanları en basit lokantada bile bulmak mümkün. Bunlar, tepsi şeklinde olan ve tabak niyetine kullanılan muz yaprağında pilav ile servis ediliyorlar. Mango, jackfruit, yeşil muz ve kırmızı muz gibi meyvelerden yapılan köriler ise gerçekten kendine has lezzetler. Tabii ki, acıya her zaman dikkat! Kandy sokaklarında gezerken, bakliyat satıcılarının dükkanlarındaki çuvalların üzerindeki Türkçe yazıları görünce şaşırdık. Meğerse, ülkede en çok tüketilen köri yemeği, “dhal”ın hammaddesi olan mercimeğin büyük bir bölümü Türkiye’den ithal ediliyormuş.


“SUÇLU” ÇAY

Sri Lanka’nın tropik, nemli, bunaltıcı havasından kurtulmanın tek yolu Kandy’den trene atlayıp deniz seviyesinden 2000 m yükseklikteki Nuwara Eliya bölgesine gitmek. Kandy tren istasyonundan hiç sonu gelmeyecek gibi görünen bilet kuyruğunda en az 1 saat bekledikten sonra, 160 rupi’ye ikinci sınıf biletimizi aldık. Sri Lanka’da bir aracın saatinde geleceğini ya da kalkacağını düşünmek akıl sağlığı açısından zararlı. Sri Lanka’da saatler sadece süs olarak kullanıldığından, saat 08.30’da kalkması gereken bir trenin 10’da kalkması, ya da 2 saat sürmesi beklenen bir yolculuğun 6 saat sürmesi normal. Sırtında çanta, bütçe ile gezen gezginin baştan bunları kabul etmesi şart.

Satıcılarla, çalgıcılarla, dilencilerle ve yan kesicilerle dolu, koltukları tahtadan trenimiz, çay tarlalarının arasından kıvrıla kıvrıla ilerleyerek 4 saatte Nuwara Eliya’ya vardı. 35 derece sıcağa alışmış bedenimiz, 19-20 dereceye düşen sıcaklık karşısında zangır zangır titremeye başladı. Çantamızda giyilebilecek ne kadar giysi varsa üstümüze geçirdik.

Nuwara Eliya tren istasyonu şehrin 10 km dışında bir noktada. İki yabancının geldiğini gören taksi şöförleri bizi şehire götürmek için birbirleriyle kıyasıya bir yarışa giriştiler. Böyle durumlarda, paniğe kapılıp kendinizi taksi şöförlerinden birine hemen teslim ederseniz, astronomik bir parayı adama ödeyip, sonradan da pişman olmaya hazır olmanız gerekir. Oysa, ortalığın sakinleşmesini bekleyip, halkı takip ederseniz emin olun ki, ucuza bir dolmuş veya bir otobüsün kalktığını göreceksiniz. Taksi şöförlerinin 100 rupi istedikleri güzergahı 10 rupi’ye otobüsle aşarak, Nuwara Eliya’ya varmak meziyet değil, sadece sabır ve sakinlik işi, hepsi o kadar.

Nuwara Eliya, ülkenin en büyük çay üretiminin yapıldığı bölge. Ülke nüfusunun %18’ini oluşturan ve çay üretiminin erbabı olarak bilinen Tamiller, 19.yy’ın başında İngilizler tarafından çay tarlalarında çalıştırılmak üzere Güney Hindistan’dan Seylan adasına getirilmişler. Güney Hindistan’dan yıllar boyunca devam eden göç neticesinde bu halkın nüfusu iyice artmış. Sri Lanka’nın kuzey ve doğu bölgelerine yerleşen Tamiller ile ülkenin çoğunluğu oluşturan Sinhaleseler arasında din, dil ve çeşitli politik sebeplerden dolayı çıkan anlaşmazlıklar neticesinde, 1970’lerde bağımsızlık hareketine girişen Tamiller ile Sinhaleseler arasında silahlı çatışmalar başlamış ve ülke acı bir iç savaşa sürüklenmiş. Sohbet ettiğimiz Nuwara Eliyalı yaşlı bir Tamil çay satıcısı, “her şey bu bitki yüzünden, suçlu çay” deyip kahkahayı bastı. Sonra da yüzünü ciddileştirdi, “mesele bu çayı içenlerde”...

Nuwara Eliya’nın çevresi trekking meraklıları için bulunmaz bir cennet. Özellikle halk tarafından, ilk insan Adem Baba’nın dünyaya geldiği yer olarak inanılan “Adam’s Peak” hergün yüzlerce insanın ziyaret ettiği kutsal bir mekan ve trekking tutkunları için harika bir parkur. Bir dağın zirvesinde, büyük bir kaya üstünde bulunan 80-90 santim boyunda ve biçimi insanınkine benzer bir ayak izi, adada yaşayan her dine mensup insanlar için mukaddes bir adak yeri olarak kabul edilmiş. Müslümanlar, bu mekanı Hz. Adem’in cennetten kovulunca dünyaya ilk adım attığı yer olarak iddia ederler. Budistler, için bu ayak izi, Buda’nın Seylan’a ilk ziyaretin kalmıştır. Hindular için ise bu iz kendi tanrıları Siva’nın ayak izidir. Hıristiyanlar’a göre de Aziz Thomas’ın...


SIGIRIYA, POLONNARUWA ve ANURADHAPURA ÜÇGENİ

Sırt çantasıyla gezen gezgin için en zorlayıcı parkur kuşkusuz antik şehirlerin bulunduğu Sigiriya, Polonnaruwa ve Anudradhapura arasındaki parkurdur. Bunun birinci sebebi, bu bölgeleri gezmeden önce alınması şart olan 33 $’lık kombine bilettir. İki kişi günlük 28 $ ortalama ile gezerken, bir anda 66 $’lık bilet ödemesinin günlük ortalamamızı 35 $ çıkardığını söylemeliyim. Bu parkurun ikinci zorluğu ise, şehirler arasında toplu taşımacılık araçlarının azlığı ya da hiç olmamasıdır. Ayrıca, geniş bir alana yayılmış bu antik kentlerin rehbersiz gezilmesi de zordur. Kaldığımız guesthouse’da tanıştığımız Frankfurtlu gezgin, posta memuru Günther ile masrafları bölüşerek, arabası olan yerli bir rehber tutmaya karar verdik. Basketbolcu Michael Jordan’a benzeyen rehberimiz Mr. Aruma ile 2 günlük gezi için 3000 rupi’ye anlaştık ve antik kentleri gezmeye başladık.

Tamil kontrol noktasına oldukça yakın olan Anudradhapura antik şehri, hem doğal sebepler hem de iç savaş sebebiyle epey zarar görmüş. Dolayısıyla, ayakta kalabilmiş tarihi eser sayısı az. Burada, 55 metreye kadar yükselen kubbesi ile, 2200 yıllık Ruvanvelisya tapınağı Anudradhapura’daki en etkileyici eserlerden biri. Tapınağa girmeden önce ayakkabıları çıkartmak zorunluluğu olduğundan, güneşten aleve dönmüş geniş taşların üzerinde çıplak ayak yürürken neredeyse gözümüzden yaş gelecekti.

Anudradhapura’daki antik şehir makak maymunları tarafından istila edilmiş durumda. Bu maymunlar, öyle namusuz öyle aymazlar ki, bir anlık boşluğunuzdan faydalanıp çantanızı, fotoğraf makinanızı ya da şapkanızı üzerinizden alıp kaçabilirler. Bazı ıssız noktalarda ve özellikle kuzey kalıntılarının bulunduğu Kuttam Pokuna’daki tarihi yıkanma havuzlarının yanında bir maymunun 1 metre yanından geçmeden yürümek olası değil. Bu da epey stresli bir iş.

Polonnaruwa, Anuradhapura’dan daha dar bir alana yayılmış bir tarihi şehir, ancak burada da arabasız ya da bisiklet olmadan yıkıntıları ve tapınakları gezmek mümkün değil. Anuradhapura’da olduğu gibi burası da makak maymunlarından geçilmiyor. Ancak, Polonnaruwa’nın esas tehlikesi kobra yılanları. Bu sebeple, yıkıntılar arasındaki çalılıklarda gezerken çok dikkatli olmak gerekiyor.

Polonnaruwa antik şehrinin en etkileyici bölümü Gal Vihara isimli, üç ayrı kayaya oyulmuş dev Buda heykellerinin bulunduğu kutsal yer. Sri Lanka gezimiz boyunca yüzlerce Buda heykeli gördük, ama gerçekten bu heykeller hepsinden güzeldi. Antik şehirde yapılan kazılarda bulunan kıymetli eserler, şehir merkezindeki Topa Wewa gölünün kıyısındaki Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Bu müze ülkenin en iyi müzelerinden biri olarak adlediliyor. Bu müzeyi görmeden Polonnaruwa’dan ayrılmak söz konusu olmayacağından, uzunca bir süremizi bu müzeyi gezmek için ayırdık.

Antik şehirler arasındaki en çarpıcı yer kuşkusuz Sigiriya tepesi. Dümdüz bir platonun ortasında aniden 200 metre yükselen ve üzeri kesilmiş fotbol topunu andıran bir tepe bu. Saldırılardan korunmak amacıyla, Kral Kasyapa 5 yy.’da bu kayanın üzerine muazzam bir saray yaptırmış. Saray kalıntılarını görebilmek için, 35 derece sıcağın altında dik merdivenlerden kayaya tırmanmaya başladık. Zaman zaman bu tehlikeli tırmanış yükseklik korkumuzu tetiklese de, yukarıdaki harika manzarayı görmek için her şeye katlanılır. 45 dakikalık öldürücü tırmanışdan sonra saray yıkıntılarına vardık. Kral Kaspaya’nın sarayından geriye bir iki duvar ve yıkanma havuzundan başka bir şey kalmamış, ama buradan dünyanın manzarası insanı hislenmekten ağlatacak kadar şaheser. Ayağımızın altında göz alabildiğine uzayıp giden ormanlar, göller...


AYRILIK EN ZORU

Sri Lanka, tarihten, doğaya, denizden, yemeğe bütün gezginleri tatmin edebilecek özelliklere sahip bir ülke. Batıya, daha “medeni” olarak adlandırdığımız ülkelere gitmeye alışmış biz Türkler için doğuya gitmek, hele hele buraları sırt çantasıyla gezmek ne kadar imkansız gözükse de, sırt çantasıyla ve dar bütçeyle seyahat etmeyi düşünen Türk gezginleri için Sri Lanka bulunmaz bir cennet. Ucuz ulaşım, ucuz konaklama ve ucuz yeme içme sayesinde bir gezgin, kişiden kişiye değişmekle beraber, normal şartlarda günde 20$ harcayarak bu ülkeyi rahatlıkla gezebilir.

Ön yargıların aksine, Sri Lanka’da kendimizi dünyanın bir çok yerinden daha fazla güvende hissettik. Tehlikeli olabilecek bölgeler konusunda resmi kaynaklara danışarak seyahat planımızı yaptık. Misafirperver ve yardımsever Sri Lanka halkı her yerde, her koşulda bize destek oldu. Asya’nın diğer bölgeleriyle karşılaştırıldığında gezgin olarak belki de en az Sri Lanka’da rahatsız edildik.

Sayılı gün çabuk geçer derler, 20 gün bir çırpıda uçup gitti. Uçağımız günün ilk ışıklarıyla, gözyaşı adasını geride bırakırken, “elveda” değil de, “yeniden görüşmek üzere” diyordu yüreğimiz. Ayrılık zor, en zoru...