Cuma, Ekim 10, 2008

Keep On Running!



Pazar sabahi, saat 7… Yaklasik 5 aydir bekledigim gün geldi çattı. 2500 kişi ile beraber kanser araştırmalarına destek vermek; bu meret yüzünden kaybettigimiz dostları anmak ve de şu anda kanser ile savaşan tüm insanlara yalnız olmadıklarını hatırlatmak için Winston Churchill’in dogdugu, Oxford’a 8 mil uzaklıktaki, Blenheim Sarayı’nin korusunda 10 km koşacağız. Hava bizden yana değil. İngiltere’nin şanına yaraşır şekilde yağmur gökten var gücüyle tepemize iniyor.

Rachel her zaman olduğu gibi yanımda, Mavi de… Ayrıca, bu sefer annem ve biricik teyzelerim Suzan, Nermin ve Suna da bizlerle… Arkamdaki destek büyük. Ayrıca, aylar öncesinden koşuma sponsor olan ve hep beraber kanser araştırmaları için 925 pound topladığımız dostların desteği… Ama en büyük destek bize gökyüzünden el salladığını bildiklerimden…

Duygu yüklü bir kaç saat yaşayacağız . Hani bir çesit ibadet, biraz düşünme, bazi anıları hatırlama, çekmiş olanlarla, çekenlere ve tabii ki ailelerine yalnız olmadıklarını hatırlatma; bizi hep düşünüp hatırlayan, destek olan dostlara minnet, hatırlamayanlara da can sağlığı... İşte bu günün özeti.


Zorlu bir kaç saat var önümde… Gözüm korkuyor aslında çünkü neredeyse hiç antreman yapmadım. Datça’da bizim Çiftlik Koyu ile Kurucabük arasında bir kaç kez 3 km’lik bir parkurda koştum, o da güç bela. 10 km’yi hiç durmadan koşmam bu şartlarda mümkün değil. Hani günün sonunda bu bir yarış değil ama yine de sponsorlar yürüyelim diye bizi desteklemediler.

Yağmur tüm hızıyla devam ediyor… İstedigi kadar yağasın; 2500 kişi dil, din, renk demeden bir arada, aynı amaç ve aynı duygularla beraber tek yürek olmuş… Benim de doktorum olan Dr. Prodero önce bir konuşma yapıyor. Helal olsun adama o da gelmiş! Ardından bir yakınını kanserden kaybetmiş bir kız hitap ediyor.  Teşekkür ediyor, keşke sevdiğini geri getirebilseydik... Sonra hoparlörden yayılan kıvrak bir müzik eşliğinde başlıyoruz ısınma hareketlerine. Göz ucuyla her halinden maratoncu oldugu belli kadınlı erkekli bir gruba bakıyorum. Aralarında benim iki katım yaşında olanlar var. Dersini çalışmamış, beş ay öylece yatmış bir ortaokul öğrencisi gibi mahcup durumdayım. Buraya kadar gelip de dönmek de olmaz. “Hadi oğlum” diyorum kendi kendime, “koşarsın üç dört kilometre gerisini yürürsün. Sonra, son beşyüz metrede koşarak finish çizgisini geçersin. Gördüğünüz gibi ortaokuldan bu yana değişen bir şey yok, gene kaytarmanın yollarını aramaktayım anlayacağınız.

Saat 10.30’da start veriliyor. O ilk adımlardaki heyecanı anlatmaya imkan yok. Üzerlerine turkuaz rengi Cancer Research UK tişörtlerini giymiş binlerce insan… Her bir tişörtün arkasında hatırlanacak bir dost, bir akraba, bir sevgili, bir anne, ya da babanın adı…

Seni o kadar özlüyorum ki anneciğim…

Sevdiğim, seni asla unutmayacağım…

Büyükbabamın anısına…

Dostum, bu savaştan galip çıkacağına inanıyorum!

Yüzlerce yazı önümden akıp gidiyor, ayaklarım ıslak toprağın üzerinde ben uçup giderken… İlk kilometre… Aklımda bizim “güzel adam” Safa. İlk ne zaman tanışmıştık seninle diye düşünüyorum. Tabii ki, Beyoğlu’nda Kaktüs’te. Tam anlattıkları gibi bir adam karşımda… Çapkın bakışlı, sempatik mi sempatik, hızlı konuşan… Daha ilk dakikada ısınıyoruz birbirimize. Eh aramızdaki uhu sağlam, yani ortak dostlarımız. Uzun saçların ve top sakalın ile seni Back Street Boys’daki elemanlardan birine benzettiğimizi hiç söylemiş miydim sana? Bir buçuk kilometre… Yanımda koşan şu fıstık gibi kızı görsen eminim taş değil, volkanik kaya derdin hiç şüphem yok. Belki de görmektesin; belki de ikinci kilometreye rahat ulaşayım diye şu an elini omzuma koymuş beni hafifçe itmektesin. Kulağımda çok sevdiğini bildiğim Miles Davis’in Kind of Blue’su…

İkinci kilometreye Ayfer teyze ile giriyorum. Kulağımda sesi… “Alim hoşgeldin, bak sana ne tattıracağım”. Müthiş bir lezzet dağarcığı, müthiş bir kültür… Ve hiç bitmeyen bir Datça ve deniz tutkusu… İkinci kilometre bitmek üzere, usumda Emecik Köyü, maviye uzanan kızıl çam dalları, rüzgar ile oradan oraya savrulan günlükler, uzakta Simi’nin tepeleri… Yağ yağmur yağ…

Üç kilometre bitmiş. Mucize gibi, ne dalak ağrısı, ne bir gram yorgunluk. Uzaktan bizim Şaban el sallıyor. Arçelik’te çalışmaya başladığım ilk gün tanışmıştık seninle… Samim ile kattaki en sota yeri kapmış olmanız hala aklımdadır bak! Toprağı, meyve sebze yetiştirmeyi ne çok severdin. Emeklilikte Ağva düşüyle anlatırdın hep ektiğin yeni domates fidelerini. Bir de şu araba merakın… Ne oldu o Renault Scenic, aldın mı sonradan…? Bak soracaktım, soramadım son konuşmamızda!

Vay be dört kilometre bitiyor. Ayaklar kuş gibi. Biliyorum, siz yardım ediyorsunuz…

Oğuz Bey, biliyor musunuz siz alıştırdınız beni şu sütlü Türk kahvesine. Bir kupaya koyup aynen sizin gibi içtim bu sabah. Hanife hanım, böyle kahve içilir mi diye kıza dursun boşverin, biz bu lezzete devam edelim. Güzel kardeşiniz gördüğünüz gibi koşmakta. Hani demiştiniz ya, sen bana umut veriyorsun diye… Umut, her şey bu umut için. Şu sizin konyaklı pipo tütününün kokusunu duymayalı çok oldu. Soracağım bizim pipocu John’a, varsa bir paket yaksın da o kokuyu bir kez daha çekeyim içime. Hah diyeyim, işte Oğuz Açan!

Beş kilometre bitti. Yolun yarısı… Ellerinde gitarlarla bir rock grubu bizim için “Keep on running”i çalmakta. Ambulansın şöförü çılgınca alkışlamakta... Bu gazla ben 20 kilometre bile koşarım. Karşımda bu sefer sıkı bir rampa… Yanıma yaklaşıyor bir adam “Well done mate! Keep on...”. “Eyvallah mate*” diyor, başlıyorum rampayı tırmanmaya. (*Mate – Britanya İngilizce’sinde dostum anlamında kullanılır).

Melek Hanım, sizinle tedavi arkadaşıydık… Bir doktorun doktorların eline düşmesini ne de yadırgamıştınız. Sizi çok sevmiştim, herkes çok severmiş; Atatürk Kültür Merkezi’nin güvenlik görevlisi de öyle dedi “adı gibi melek gibi bir insandı”, kitabımı size iletebilmek için adresinizi alabilirim umuduyla Taksim’e gittiğim o bahar günü... Oysa siz çoktan gitmişşiniz bizi bırakıp. Olsun, bu koşuda görüşmek, hal hatır sormak varmış… Sayenizde sekizinci kilometreye hiç durmadan vardım. Sağolun.

Hayat bu, doğum nasılsa ölüm de öyle bir şey… Günü yaşamak edebiyatı yapmamalı, sadece hatırlamalı, düşünmeli bazı zamanları… İşte canımızı çıkaran müdüre, ya da hiç bitmeyecekmiş gibi üzerimize bindirilen işlere, günlük abuk subukluklara, sonunda öyle ya da böyle çözülebilecek meselelere sıkıldığımızda, tansiyonumuz çıktığında düşünmeli biraz, o kadar.

Son kilometreye girdim. Kendimle gurur duymak hakkım. Bu ciğerler, bu dalak BEP kimyasallarıyla gazi olalı çok oldu, ama biliyorum beni arkamdan ittiniz, sizi hınzırlar! Yoksa koşabilir miydim hiç durmadan 1 saatte on kilometreyi!

Son beşyüz metre… Sponsorlarımın isimleri ve yüzleri her adımda gözümün önünde, hepinize sonsuz teşekkür;

Datçalı Özge ve bir türlü Datçalı olmayan Cevat
Million thanks to you Emma and Leon, Sally, Kate…
Sağolasın Çağrı Ertürk, nasıl Ankara ve de güzel oğlan…?
Win, Ayşem ve Alişko… Seneye beraber koşalım mı?
Sanem Göksel, tabii ki we’ll be keep on running…
Tuvana, yahu böyle yıllardır görüşmediğim arkadaşlarım hızır gibi yetişince ne de seviniyorum…
Minoş ve Philip, sizin adınızı “support function” olarak değiştiriyorum
Semin Gümüşel, öpüyorum o güzel gözlerinden…
Ayhan Gül, sen ne yüce bir adamsın yahu!
Rengin Onay, ne diyeyim sana “helal olsun be kuzen”…
Mehmet Ekşi, verdiniz gazı mecburen seneye de katılacağız, çok çok teşekkürler…
Özgür Toraman, büyüksün be abi…
Hadi Elazzi, her daim arazisin ama şu senin en olmadık günlerde pat diye saklandığın yerden çıkışın yok mu, öpüyorum seni kardeşim!
Lale, sen ne iyi bir kardeşşin yahu!
Özgür Demirdöven kardeşim, gel sana bir Chinese yedireyim gene, bir şişe de Shiraz benden sana…
Ceyda Sarah Pekenç, thank you so so so much…
Parisli Ülkerzade Aslı ve Emre Reis, Olimpos’ta görüşürüz diyorum, başlayın koşmaya şimdiden canımın köşeleri...

… Ve size de sonsuz teşekkürler sponsor olmak isteyip de internetin azizliğine uğrayan dostlar… Daha çok koşacağız hiç endişe etmeyin…

Keep on running!