Cumartesi, Ağustos 16, 2008

Turchi, Greci; Una Faccia, Una Razza



Şu bizim koca siyah beyaz televizyon, sonunda Datça'ya getirilince içimden bayram ettiğimi hatırlıyorum. Öyle ya artık Dallas mallas rahat rahat seyredilecek. O zaman öyle bugünkü gibi uydu anteni nerde... Kıl kuyruk bir antenle ne çekebiliyorsan o. Tabii ben bunu nereden bileyim, yaş 5 ya var ya yok... İnce ayarlar, aramalardan sonra karlı bir ekran yakaladık. Sesin esamesi yok. Sanki biri televizyonun içine girmiş de ateşte cızbız köfte pişiriyor. UHF kanallarında manuel arama yapan çubuk, bizim birader Kerem'in parmakları arasında... Kerem, TRT'yi bulmaya çalışan zavallı bir kul değil de, sanki para dolu kasayı açmaya çalışan Ocean 11'daki gangster edasında. Ahaaa, karlı ekran pürüzsüzleşiyor, karşımızda bir spiker... Koşup biraderi mi öpsem yoksa televizyona mı sarılsam bilemiyorum. O da ne, cızbız köfte pişti, ses de geldi... Ama bu işte bir gariplik var. Bu Türkçe değil ki! Dünyada sadece Türklerin yaşamadığını 5 yaşında olmama rağmen biliyorum ama bu da ne ola? Yunan televizyonu. TRT değil ERT. Meğerse şu benim denize her girişte 'hayırlı sabahlar' dediğim kara parçası Yunanistan'a aitmiş, hem de adı 'Sömbeki'ymiş de benim haberim yokmuş.

Artık sabah akşam ERT seyrediyoruz. 'Kalispera', 'proto programa', 'ena, dio...', 'Turkiyas', 'Andreas Papandreu'... Gece 12 olunca önce derinden bir kaval ve sonrada keçilerin çıngıraklarının sesi, ardından dalgalanan Yunan bayrağı ve milli marş... ERT ile o kadar haşır neşir olduk ki bir süre sonra ben Yunan milli marşının melodisini bile ezberledim. Hala bilirim, arada mırıldanıp Yunanlı dostlarımı epey şaşırttığım olmuştur.




Şu bizim karşı adaya farklı bakar oldum o günden sonra. Timsah sırtını andıran görüntüsü ile Nimos'un gizemli tepelerine saatlerce dalar, düşünür dururdum. O günler şimdiki gibi değildi. Ege Denizi kaynıyordu. Yunan dedin mi, düşman... Oysa o yaşta bana hiç öyle gelmedi. Bizim gibi gürültücü, eğlenceli, kızdı mı kızan, güldü mü gülen bir millet benim ERT'de gördüğüm.... Hem şarkılar türküler aynı... Göbek atanlar, horon tepenler.. Filmler bile ha bizim Türk filmi... Jön Yunanca konuşmasa Ediz Hun bile olabilir.
Nimos karşımda kimi zaman elle tutacakmış gibi yakın, kimi zaman sisler arasında duruyor. Bu kadar yakın ve bu kadar uzak nasıl olunur? Anlat bakalım şu beş altı yaşındaki çocuğa. İlkokul çağına gelince tarih derslerinde Yunanlılarla her daim takıştığımızı iyice öğrendim. Bir sabah yine Nimos ile bakışırken korkunç bir gürültü koptu. Yere kapaklandım korkudan. Bir F-104 neredeyse şemsiyelerimizi yalayıp geçti. Yüzbaşı Volkan okuyoruz o yıllar. 'Heyoo aslanlar' diye sevinç gösterisi yaptık. Meğerse tükürüğümüz çok güçlüymüş, bir amca öyle dedi... Boğulacakmış Yunan milleti. Akşama arkadaki inşaat artıklarından yürüttüğümüz tahtalardan silahlar yapıldı. Başladı mı bir savaş mahallenin veletleri arasında. Öğrendik ya tükürüğün gücünü, birbirimize tükürmeyi de ihmal etmiyoruz.



Yaş ilerledikçe Simi'nin gizemi benim için arttı. Seksenli yıllarda mümkün değil öyle bugün ki gibi kalkıp gitmek Datça'dan oralara. Hem sürekli it dalaşı halindeyiz. Kıta sahanlığı lafını da o yıllarda duyuyorum. 12 mil, FIR hattı gibi yine duyup da anlamadığım bir sürü terim... Oysa, ERT'nin sayesinde midir yoksa başka bir sebepten mi benim çoktan kanım ısınmış onlara. Boşuna değil o yıl Peloponesli Bob Youtos ile mektup arkadaşı olmam.
Öğrendik ki, yediğimiz içtiğimiz de aynıymış. Tzaziki, Pilaki, Musakka, Koftedaki, Boureki, Dolmades, Baklavas... Ve tabii ki Ouzo ve Rakı... Seninki mi daha iyi yoksa benimki mi? Tatlı çekişmeler bunlar. Keşke her çekişme böyle olsa!

Yıl 1990... Salvatores'in Mediterraneo'sunu izleyip de 'ahh Datça' çektiğim yıllar. Filmin çekildiği Kastellorizo yani Meis adası Simi'ye gitme isteğimi daha da körüklüyor. 1994'te Datça iskelesinde bir tekneci ile kaça götürürsün diye girilen muhabbetten 600 Alman Mark'lık bir hesap çıkınca bizim de umutlar suya düşüyor. 9 mil gideceğiz alt tarafı, bu paraya o yıllar Amerika'ya uçuluyor. Tekneci bizi Rahmi Koç'un oğlu zanneti galiba.


TRT'yi sonunda kusursuz çekiyoruz, hatta hayatımıza Star ve Show TV bile girdi, ama ERT'ye yine de göz gezdirmeden edemiyorum. Hava durumunu daha iyi veriyorlar. TRT bize en yakın Muğla hava durumunu verirken ERT'den adaların hava ve rüzgarını öğreniyoruz. Bir de geceleri, karlı da olsa Mega çıkmaya başladı. Yabancı dizileri dublaj değil de orjinal veriyor. İngilizcemiz gelişiyor. Yan eve gelen Alman ailenin kızı Helga ile münasebetlerimizi geliştirmemize faydası olduğu da kesin. Neyse Helga'nın Simi ile alakası yok biz konumuza dönelim.


Yıl 1997... Kardeşim Ülkerzade Emre ile kapsamlı bir çalışmadan sonra Simi'ye gidebileceğimizde karar kılıyoruz. Yunanistan vizesini yarım günde cebe indiriyoruz - Beyoğlu Urban Cafe'ye takıldığımız günlerde, göz aşinalığımız olan koca göğüslü kızın konsolosluk çalışanı çıkması ve bizi tanıyarak kolaylık sağlaması Yunan halkına olan sevgimizi arttırıyor.

Sıcak bir Temmuz sabahı ucu ucuna yetiştiğimiz deniz otobüsü ile Marmaris'ten yola koyuluyoruz. O yıllar Türklerin karşı kıyıya geçişi şimdiki gibi değil. Sayımız az. Hem hala birbirine her imkanda horozlanmaya devam eden iki politika... Pasaport polisi de fırsatını yakalmışken bize 'niye gidiyorsunuz?' diye kötü propadanga yapıyor. Keza, Rodos'a girince benzer propaganda ile orada da karşılaşıyoruz. Ama halk arasına karışınca hemen elmanın iki yarısı oluveriyoruz. Rodos surlarında Laz Yannis ile horon çekip. Uyy daaa celeyrum, gideyrum diye laflaşıyoruz.

Ve bir sabah 17 yıllık bir bekleyişten Yiolos limanına merhaba diyorum. Sanki yıllar önce birbirini kaybetmiş iki dost gibi kucaklaşıyoruz. İçimdeki heyecan ve sevinç o kadar büyük ki... Pastel sarısı boyaları ile neo klasik tarzda yapılmış evler dik yamaçta resim gibi duruyor. O yıllarda öyle sosyetenin Manos'unun esamesi okunmuyor. Adam gibi yemek pişiren, kalamarı kalamar, mezesi meze, balıkçının karşı masanızda şarap yudumladığı küçük aile lokantaları... Yıllarca karşıdan seyrettiğim Simi'den Datça'ya bakıyorum bu sefer. 'Turchi, Greci una faccia una razza'* diyorum yanımdaki İtalyana, gülüyor (*Türk, Yunan; aynı yüz, aynı ırk).


Daha Datça'nın Cumartesi pazarına düzenli seferler yok. Datça hala uzaktaki bir yer gibi telaffuz ediliyor. Ama karşı kıyıdan geldik deyince bir ilgi. Çok hızlı gelişiyor herşey; şimdi Datça ve Simi iki kardeş gibi. Datça'nın Cumartesi pazarında Yunanca duymak sıradan... Biz kendi içimizde türban, ergenekon, kapatma davası diye birbirimizi yerken, bizim belediye başkanı Karakullukçu ile Simi belediye başkanı Lefteris Papakalodoukas bir dizi ortak projeye imza atmış da bilen biliyor.

Yıl 2008... Beş yaşında taa 28 yıl önce uzaktan hoş beş etmeye başladığım Simi'ye Rachel ve kızımız Keira Mavi (http://www.keiramavi.blogspot.com/) ile gidiyoruz. Hatta, annem babam, Ayşem, Kerem, Zeynep, Win, Alişko, Suzan, Ömer ve James... Maaile. Biliyor musunuz bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini görmek hoşuma gidiyor. Babamın bizim mezeler daha iyi demesi... Rakı'nın ouzo'ya beş bastığınının teorilerle ifade edilmesi... Baklava ustası Hristo'nun Gaziantep'e staja yollanması gerektiği espirisi... Ah şu Oniki Adalar'ı elimizde tutamamışız hayıflanması ve 'aman iyi olmuş burayı da batırırdık' demeler... Şu vize olmasa diye şikayetler... İki şise ouzo'dan sonra efkar... Eski Rum komşular... Anılarda kalan isimler, yüzler, sesler...

İşte budur benim Simi ile toprakdaşlığımın hikayesi. Budur bizim Yunan ile kardeşliğimiz; hem yakın, hem uzak. Gerisi teferruat...
Turchi, Greci, una faccia una razza...