Pazartesi, Ocak 16, 2006

YUZLERIN SEHRI ANGKOR

Kamboçya denince akla ilk gelen zalim Pol Pot mudur, yoksa Angkor antik şehri
midir? İşte bu sorunun cevabını bilebilmek çok zor. Biri utanç, biri ise gurur yaratan tarihin iki dönemi Kamboçya’da öyle iç içe girmiş ki, bunları birbirlerinden ayırmak, görmemek, duymamak mümkün değil. Ancak, yine de, Pol Pot’un zalimlikleri değil de Angkor’un gülümseyen yüzleri, bitmeyen efsanesi bizi buralara kadar getiren.

Angkor’a giden her yolcunun ilk durağı ve üssü, antik şehrin 7 km güneyindeki yerleşim Siem Reap’dir. 15. yüzyıldan bu yana, bir çok sefer bu toprakları yönetimleri altına alan Taylandlılar’a, ya da diğer ismiyle Siamlılar’a inat olsun diye bu şehre Siem Reap, yani “Yenilmiş Siam” denmiş. Siem Reap yüzyılın başına kadar küçük bir köy görünümündeyken, Angkor’un, Fransız bilim adamı Henri Mouhot tarafından 1860’da yeniden keşfedilmesi ile hareketlenmiş. Mouhot, Angkor’a ilişkin yaptığı çalışmayı Londra’daki “Royal Geographical Society” ile paylaşmayı umarken, Angkor ekspedisyonundan bir yıl sonra 1861 Laos’un eski başkenti, Luang Prabang’da ölmüş. Mouhot’un günlüğünün İngiltere’de yayınlanması ile, batının dikkatinin Angkor’a yöneldiği söylenebilir. Kamboçya 19. yy.’ın sonunda Fransız idaresine geçince sayısız arkeolog, bilim adamı, misyoner ve maceraperest Angkor’un yolunu tutmuş. Siem Riep’de, işte bu dönemde küçük bir koloni şehrine dönüşmüş.

Siem Riep’te, bütün hayat Angkor üzerine kurulmuş. Herkes Angkor ile yatıp, Angkor ile kalkıyor. Her hane, derme çatma evini elden geçirip, her gün artan sayıda Angkor’u görmeye gelen gezginler için pansiyonlara, otellere dönüştürme işine girişmiş. Kimisi Khmer yemeklerinden örneklerin sergilendiği, iştah kabartan lokantalar açmış; bakkallar, Angkor marka biraları içi buz dolu leğenlere yerleştirmiş; her sokağın başında bir turizm firması, onlarca seçenek ile Angkor tur broşürleri asmış. Angkor, yıllarca dünyadan kopuk kalmış Khmerler için hem kazanç, hem de dünyaya açılma fırsatı olmuş. Motorsikletliler, tuktukçular, arabalılar, hatta bisikletliler her adımda yanınızda bitip sizi Angkor’a götürmek için dil döküyorlar. Bacak kadar çocuklar bile Angkor’da size rehberlik yapabileceklerini söylüyorlar.

Angkor’a girebilmek için bir gün önceden gidip giriş kaydı yaptırmak gerekiyor. Öğleden sonra yapılan bu işlem sebebi ile yüzlerce motorsiklet, tuktuk, araba, otobüs, yarışırcasına, aynı yöne doğru, arkalarında büyük bir toz ve egzoz bulutu bırakarak ilerliyor. Bir günlük bilet 20 USD, 2-3 günlük bilet 40 USD ve 4-7 günlük ise 60 USD. Biletin alındığı günün akşamı gün batımını izlemek üzere ören yerine girmeye müsaade ediliyor.

Şöförümüz Haas’ın eşliğinde gün batımını izleyeceğimiz Phnom Bakheng tapınağına doğru ilerliyoruz. Yoğun, dev incir ve tik ağaçları arasında Angkor Wat’ın sur duvarları belirince heyecanlanıyoruz. Uzun bir süredir hayalimizde canlandırmaya çalıştığımız Angkor’dayız artık. Şehir kendini tropik ağaçların arasına öyle bir saklamış ki, sol tarafımızda kalan, kırık ama haşmetli basamakları zor fark ediyoruz. Basamakların önüne gelince, toprak rengi, piramidi andıran Phnom Bakheng tapınağı bizi selamlıyor. 67 metre yüksekliğindeki tapınağın en üst noktasındaki terasa yarım saatlik zorlu bir tırmanış gerçekleştiriyoruz. Tapınağın can alıcı noktası olan 47 metrekarelik teras ve çevresinde irili ufaklı 108 kule ve minare var. 108 rakamı tesadüf değil çünkü Hinduism ve Budism’de 108 kutsal sayılıyor. Terasa vardığımızda karşımıza şiirsel bir manzara çıkıyor. Güneş, bin bir rengi ile giden güne elveda derken, güneybatıda, Kamboçya’nın bayrağını süsleyen ülkenin sembolü Angkor Wat’ın kuleleri, muazzam güzelliğiyle, uçsuz bucaksız uzanan yeşil bitki denizinin içinde tüm vakarıyla dimdik ayakta duruyor. Dünya turuncu ve eflatuna teslim olurken, insanoğlunun inançları için yarattığı bu nefes kesici eserleri daha sonra başka emeller için nasıl hunharca kullandığını algılamakta zorlanıyorum.

Angkor harabelerini gezeceğimiz esas gün, tan vaktinden önce başlıyor. Siem Riep ile Angkor arasındaki 7 km.’lik dar yol bizim E-5’in trafiğini aratmayacak cinsten. Her milletten insan Angkor’u görmek için zamana ve bin bir zorluğa aldırmadan yollara düşmüş. Sabahın karanlığında Angkor Wat’ın parke taşlı köprüsünden geçiyoruz. Karşımıza geniş bir gölet çıkıyor. Göletin kıyısındaki taş setin üzerine oturuyoruz. Yüzümüz doğuya dönük. Cırcır böcekleri ve yarasalar sessizliği çığlıklarıyla bozuyorlar. Alacakaranlıkta Angkor’un lotus çiçeğini andıran kuleleri tanrıya uzanmak istercesine göğe yükseliyor. Ayaklarımın altında uzayıp giden dingin suyun üzerinde kulelerin silueti beliriyor. Gökyüzü renkten renge girdikçe Angkor doğanın tuvaline bambaşka bir şekilde yansıyor. Gün ağardıkça kuleler daha da belirginleşip güzelleşiyor. Derinden monkların ilahileri duyuluyor.

14. yy.’da yaşanan Siam istilasından sonra unutulan şehri, orman yutmuş. Yüzyıllar boyunca tapınakların üzerlerinde büyüyen incir ve bayan ağaçları tapınakları öyle bir kaplamış ki, şaşırıyor insan. Özellikle, ormanın içlerindeki Ta Prohm tapınağındaki ağaç köklerinin yarattığı görüntüler, bilim kurgu filmlerimdeki gibi. Kökler sanki erimiş mumu andırırcasına, metrelerce yüksek duvarların üzerinden akmış ve taşları kaplamış.

Angkor, Khmer Uygarlığı’nın en büyük ve en önemli şehri. İlk kral Jayavarma, Cava’da 8. yy.’da bağımsızlığını kazandıktan sonra Angkor zenginleşmiş ve güçlenmiş. Çin ve Hint ticaret yollarının önemli bir bölümünü ele geçiren Khmer kralları kendilerine kudret kazandıran tanrılara uzanabilmek için Angkor’un dillere destan tapınaklarını yapmaya başlamışlar. 8.yy ile 14 yy.’lar arasında yüzlerce tapınak 160 km²’lik bir alan içinde inşa edilmiş. Angkor Wat kuşkusuz bunlar içerisinde en ünlüsü. Ancak, antik şehrin içerisinde görülmeden dönülmemesi gereken bir tapınak daha var ki, o da Bayon. Angkor’un her köşe başında bizi gözleyen, kalın dudaklı, badem gözlü yüzlerinin en güzel örnekleri Bayon’da karşımıza çıkıyor. Güneyde, kuzeyde, doğuda, batıda hep bu gülen yüz heykelleri... Her duvar, her taş parçası öyle ince işlenmiş, öyle motiflerle süslenmiş ki, hayrete düşmemek elde değil. Bayon’un, mistik galerilerinin duvarları savaşları anlatan kabartmalarla dolu. Bize eşlik eden bir monk, metrelerce uzunluğundaki galerilerde 11 bin’den fazla kabartma olduğunu söylüyor. Bu kabartmalarda sadece savaşlara ilişkin değil, günlük yaşama ilişkin de bir çok figür var. Tabii ki, Hinduism’in yüce tanrıları “Vishnu” ve “Siva” bu kabartmaların hepsinin baş köşesinde. Bir de dans eden, kıvrak vücutlu “Aspara”lar...

Mouhot, “Angkor’u görmeden ölünmez” demiş. Angkor’un gülen yüzlerini gördük, artık yaşayabiliriz, ölüm bahane!