Cumartesi, Şubat 24, 2007

Dünyanın Bütün Sabahları

 

 







Bu yazıyı uzun bir süre erteledim, aynı Paris’e gidişim gibi. Kalemler, kağıtlar, notlar masamın üzerinde öylece durdu. Uykumun kaçtığı geceler uzun süre düşündüm, oturdum, kalktım, bir iki satır bir şeyler karaladım, camı açtım, gözlerimi kapadım... Olmadı, bir şişe Chateau la Mission Haut Brion açtım belki ilham verir diye, yine olmadı. Zaten ben Fransız şaraplarından hiç anlamam!

Aslında bu yazıyı ben yazmamalıydım. Ertelemem ondandı. Belki bir dost gelir de beni bu ağırlıktan, bu huzursuzluktan kurtarır diye bekledim. Gelmedi, gelen olmadı. Derdim, aynı Fransız şarapları gibi oluşundan benim Fransa’yı bilişim. Yarım yamalak, eksik, fazlasıyla ön yargılı... Hem ben Fransızca bile bilmem. Fransız okullarının kapısından girmişliğim var, ama onlar hep kızların aşkı uğruna... Bu yazıyı ben yazmamalıydım demem, ertelemem, boşuna değil.

Hem beni, hem de okuyucuyu bu dertten kurtaracak, Paris’i herkesin duymak istediği gibi anlatacak, Fransız okulunun tozunu yutmuş, şiirden, sanattan Fransız şaraplarından anlayan biri bir gelseydi de beni bu dertten kurtarsaydı. Dedim ya işte gelen olmadı.

Paris’e ilk adım attığım gün, herkes gibi dünyanın en romantik şehrine geldiğimi hissedeyim diye, sanki pazarda satılan elmaymış, armutmuş gibi kaldırımlarda, sokaklarda, kafelerde, meydanlarda, şarap kadehlerinin ardında romans aradım. Biri gelse de beni öpse, ben de onun saçlarını koklasam, ona şiirler yazsam, dünyanın bütün renklerini, bütün seslerini ona armağan etsem, sonra hiç olmamış, ben onu hiç bilmemişim gibi kaybolsa ve ben aşk acısının, kalp acısının, dünyanın bütün acılarının on katını, hayır hayır yüz katını yaşasam, sabahlara kadar göz damarlarımı kurutsam...

Size Eiffel’in ihtişamını, Montparnasse’ın sıcak sokaklarını, Louvre’un insanın yüreğini kabartan ilhamını, Arc de Triumph’un iki yüz seksen iki basamağını, Concorde Meydanı’nın ihtişamını, St. Germain’in şık kafelerini anlatmayacağım. Zaten anlatsam Frankofon dostlar beni taşa topa tutar, Paris’i bilenler canıma okurlar. “Paris’i, Fransa’yı bilişim iki ekmek somunu kadar bile değil” diye boşuna demiyorum. “Peki ya kulum, nedendir bu bize çektirdiğin azap?” diye biri çıksa sorsa... Var elbet bir cevabım.

Paris ile ilk tanışmam Fikret Mualla ve Bedri Rahmi sayesindedir. Sonra Nedim Gürsel’in “Paris Yazıları”, Demir Özlü’nün “Paris Güncesi”, Hıfzı Topuz’un “Parisli Yıllar”ı... Annemin Mecidiyeköy’de büyüdüğü yıllarda sıra sıra çamların ve dutlukların arasındaki Mecidiyeköy Likör Fabrikası’nın duvarlarında bir Parisli’nin, mimar Robert Mallet Stevens’ın emeğinin olması da Paris ile benim geçmişim arasında oluşan garip bir buluşmadır. Lise yıllarında hayret ve hayranlıkla resimlerine merak sardığım Piccasso ve sonradan bir rastlantı eseri hiç olmadık yerlerde sarının tonlarına bulanmış kadınları ile karşıma çıkan Modigliani’nin ortak noktalarının Paris olması benim bu şehre olan ilgisizliğimi değiştirmemiş, ama kafamın bir tarafında bu uzaklık beni hep rahatsız etmiştir. Ressamların, yazarların, heykeltraşların, müzisyenlerin, yaratmaya meraklıların ve feylesofların Paris tutkusunun sebebinin klişeleşmiş bir moda mı, piyasa mı, yoksa Paris’in üzerine atom bombası düşse yine de değişmeyecek etiketi “romantizm” mi olduğunu bilmek zordur. Zaten bunun da çok önemi yoktur çünkü Paris dünyanın bütün sabahları ve dünyanın bütün geceleridir. Paris umuttur, sokaklarında Marin Marais’in çellosundan çıkan hüzünlü notaların şehridir. Ve Paris bir o kadar umutsuzluktur, beklemelerdir ve biraz da gitmeler, hatta ulaşılamayacağa... Paris tabii ki yalnızlıktır, sokaklarında yüzlerinde yarı makyaj ve ellerinde son dostları köpekleriyle dolaşan dulların şehridir.

Paris benim dostumun şehridir. Benim uzak, onun yakın olduğu çocukluğumuzdur. Rüzgarın hep güneyden estiği, Akdeniz’in kokusunu getirdiği, kuzeyi unutturduğu... Paris benim bir türlü bilmediğim, bilemediğim, cahilliğim, öğrenmek isteyip de öğrenemediğim, dilini anlamadığım, sokaklarında İngilizce konuşmaya utandığımdır. Paris işte benim bir türlü anlatamadığım, ertelediğimdir.


Cumartesi, Şubat 10, 2007

Bir Kış Düşü Üzerine Ağıt



Bir eylül sabahı seni bulmak için yollara düştüm. Oysa ki, günün birinde seni kaybedeceğimi sonra da senden bir iz bulabilmek umuduyla yıllar sonra bu yarımadaya tekrar geleceğimi aklımın ucundan geçirmezdim.

Hava sıcaktı. Ağustos böcekleri kulakları sağır edercesine bağırıyorlar, kırlangıçlar kurumuş incir ağaçlarının çevresinde birbirlerini kovalıyorlardı. Rüzgar güneyden ateş topu gibi esiyor, sararmış otları oradan oraya savuruyordu. Eylül senin en sevdiğin aydı. Benim seni bulduğum, öptüğüm, kokladığım ve sonra da kaybettiğim... Ve şimdi ben yollarda seni arıyorum, senden bir iz bulmak için, seni bulmak için.

Taşlıca’ya kadar kah dağlarında kah yanı başımda uzayıp giden çam ormanlarında umutsuzca dolandım. Susuzluğumu şelalede, hani o senin soğuk sularında saçlarını ıslattığın, beni öptüğün, göbeğimle alay ettiğin, kelebeklere ninni mırıldandığın şelalede giderdim. Aradan onca yaz geçmiş olmasına rağmen günlük ağacının kokusu zalimce yokluğunu, terk edişini, terkedilmişliğimi, yalnızlığımı, çaresizliğimi getirdi. Kokular unutulur sanırdım. Meğer kokular adamı elli sene de geçse esir alır, vururmuş tam ciğerinin ortasından.

Taşlıca ismi gibi, yer gök taş. Uzakta yıllar evvel terk edilmiş bir Rum köyü... Eşeğinin üzerine yan oturmuş, içi incir dolu sepetleri ortasında ince bıyığı, kırmızı gömleği ve lacivert kasketi ile Picasso’nun tablolarında çıkmış gibi duran köylü ne aradığımı bilirmiş gibi eliyle uzağı, vadinin içinden yılan gibi kıvrılarak giden patika yolu gösterdi. Geçit vermez bir edayla yola serpilmiş kayaların arasından sana ulaşabilmek için koştum durdum. Bir ara, tepemde dünyayı kasıp kavururcasına yakan güneş beni kendimden geçirmiş olacak ki, iki zeytin arasına boylu boyunca uzanmış bir halde kendim yatar buldum. Uzun kulaklı, zayıf, ıslak burunlu bir tekir yanıma gelip bacaklarımı arasına sokuldu, bir o yana bir bu yana dönerek süründü durdu. Seni sordum, bana öylece baktı, patilerini yaladı sonra yine baktı ve sanki ben hiç o soruyu sormamışım gibi ufka daldı.

Rüzgar batıdan dünyayı alıp götürmek istercesine esiyordu. Bir süre, küçük bir tepeciğin üzerine tüneyip belki rüzgar senden bir şey getirir diye bekledim. Savrulan çamların iğneleri, kumlar kollarıma bacaklarıma battı. Koca bir tomar kuru çalı top gibi yuvarlanıp, dikenlerini batırıp uçup gitti. Canım acıdı...

Bir serçe anlamsızca tepemde uçup durdu. Bilir miydi neyi aradığımı? Yutmanın, görmemenin, susmanın, unutmanın, küsmenin, kurumanın anlamını bilir miydi? Alır mıydı beni yanına? Götürür müydü yuvasına? Serçe durdu, omzuma kondu, “götürürüm” dedi. “Aradığın orada”...

Sana kavuşmak için, senin için koştum, koştum, koştum... Önce rüzgar kokunu getirdi bana. Sonra sesini duyar oldum inceden. Bir an once sana kavusmak, yillarin yüreğimde bıraktığı acıyı dindirmek için var gücümle sana koştum. Onümde sanki hiç sonu yokmuş gibi duran yamaçtan üzerime kayıp da ayaklarımı kan revan içinde bırakan sivri, keskin taşlara aldirmadim. Zirveye iki adim kala dehşet bir korkuya kapıldım. Ya yoksan. Ya orada değilsen diye düşünmeye başladım. O sırada tepemde beliren atmacanın çığlığı ile sendeledim. Nefesimin kesilmesine, bacaklarimdan ince ince süzülen kana, susuzluktan birbirine yapışmış kuru dudaklarıma aldırmadım. Gözlerimi kapadım, bacaklarımı öylece koyverdim...

Biliyordum tekrar karşılaşacağımızı, ayrılışın bir son olmadığını, bir kader olmadığını biliyordum. Gözlerimi açtığımda karşımdaydın. Güzel, büyülü ve sonsuz.... Öptüm, öptüm kokladım... Mavi’m diğer yarım benim.