Cuma, Ağustos 19, 2005

AH BENİM GÜZEL BİSİKLETİM!

Lance Armstrong’a özenmiş, sanki “Tour de France”ın en önemli etabındaymış gibi pedal çeviriyorum. Lance Armstrong kanseri yenip, dünyanın en önemli bisiklet turunu yedinci defa kazandı geçen ay. Bu muazzam azmi ve başarıyı düşünüyorum. Düşündükçe pedala daha da yükleniyorum. Çizgiler önümde uzayıp gidiyor; kah uzun, kah kısa, kimi zaman kesik kesik...

Oxford’da 120 bin bisiklet olduğu söyleniyor. Bana kalırsa daha fazla bisiklet var. Bu şehirde insanlar iki tekerleğin üzerinde yaşıyorlar sanki. Yaşlı teyzeler, amcalar, öğrenciler, çalışanlar, zenginler, fakirler, profesörler, doktorlar, alkolikler, rahibeler, bebeler... herkes bisiklet üzerinde. Ulaşım şekillerinin tek olmadığı o kadar benimsenmiş ki, bir aklı ileri çıkıp da bisiklet üzerindeki insanları taciz etmeye kalmıyor, kornaya dibine kadar abanıp sizi yoldan çıkarmaya çalışmıyor. Her caddede, her sokakta bisikletler için ayrılmış yollar var. Planlamacılar üşenmemişler, ana caddelerdeki bisiklet şeritlerini yeşile bile boyamışlar. Yol üzerindeki her araç, cüssesi ne olursa olsun, birbirine saygı gösteriyor. Araba, kamyon, otobüs hangi kurallara uyuyorsa, bisikletli de aynı kurallara riayet ediyor.

Bisikletle yaşamayı unutmuşum. Oysa ki küçükken, her çocuk gibi bisiklet benim de her şeyimdi. Bahar gelip de havalar ısınmaya dursun, hemen bisikletler kış uykusuna yatırıldıkları depolardan, balkonlardan çıkartılır, sonbahar bitip de yağmurlar başlayana kadar benliğimizin bir parçası olurdu.

İlk bisikletim ağabeyimden bana intikal eden turuncu renkli, bir “Hüdaverdi” idi. Bisiklete binmeyi o “Hüdaverdi”de öğrendim. İlk düşmelerimi, kazalarımı yine bu bisiklette yaşadım. Çok sevdim ilk bisikletimi. Ancak, bu ilk göz ağrısı “Hüdaverdi”nin lastikleri hep başımı ağrıttı. Her allahın günü ya lastik iner, ya da patlardı. O zamanlar lastik tamiri başlı başına bir işti. Babamı yamalarla az uğraştırmadık. İşe yaramayan “404” yapıştırıcılarla, lastik yamaları iki gün zor idare ederdi. Levent Cami’nin altında bir bisiklet tamircisi vardı, ismi “İsmail” idi galiba. Eninde sonunda bisiklet oraya gider elden geçerdi. Lastikleri iflah olmayan “Hüdaverdi”, bir kaç sene sonra, mahallenin çocuklarından birine hibe edildi. Bu arada boyum biraz uzamış olacak ki, bana o zamanlar kocaman gözüken, yine ağabeyime ait “Kaptan” marka bisiklet bana verildi. “Kaptan”a geçiş, Anadol marka arabadan Mercedes’e terfi etmek gibi bir şeydi. “Kaptan”ım koyu yeşil renkli, hantal, ama döneminin iyi bisikletlerindendi. Bu bisiklete epeyce bindim.

1980’lerde, bugün Tansaş’ın karşısına denk düşen, Nispetiye Caddesi’nin girişindeki apartmanların birinin altındaki koca depoda, Babür Bey tarafından, sanırsam o dönem için ilk sayılabilecek, modern bir eskici açılmıştı. Mobilyadan, oyuncağa, buzdolabından, ayakkabıya kadar akla gelebilecek her şeyin satıldığı “Anılar” isimli bu eskiciden, babam, ağabeyimle bana elden düşme birer bisiklet aldı. İşte benim bisikletli yıllarımın en önemli dönemeci babamın aldığı bu iki bisiklet oldu. Ağabeyime, İngiliz malı “Vindec” marka, lastikleri Kate Moss’un bacakları gibi ince ve güzel bir yarış bisikleti, bana ise yine İngiliz yapımı 3 vitesli, ön tekerleği arka tekerleğinden küçük “Chopper” marka bir bisiklet düştü. O dönemde her çocuğun ağzının suyunu akıtan “Polo” marka bisikletlere rakip olarak “Chopper”ım ile mahallede epey sükse yaptım.

“Chopper” küçük ön tekerleği sebebiyle dengesiz bir bisikletti. En hasarlı kazalarım bu bisiklette gerçekleşti. Kısa bir süre sonra bozulan vitesi, eşek ölüsü kadar ağır üçüncü viteste sıkışıp kalınca “Chopper” zevkten çok eziyet vermeye başladı. Ben de, 80’lerde büyümüş her Türk çocuğu gibi, piyasayı kasıp kavuran, efsane “Pinokyo” marka bisiklete sahip olmak için annemin babamın başının etini az yemedim. Adı büyük, ama kendisi aslında bir halta benzemeyen “Pinokyo”ya sahip olma girişimlerim sonuçsuz kalınca ağabeyimin yarış bisikletine göz diktim. Ayaklarım, pedallara doğru düzgün yetişmiyordu, ama olsun. Bir yaz geçip boyum biraz atınca, ağabeyimin “Vindec”i bana bisiklete binmenin gerçek keyfini yaşattı. İlk defa, bu bisiklet ile mahallenin dışına çıkıp başka semtlere uzandım. Annemin haberi olmadan yapılan bu küçük kaçamaklara, şimdi Paris sokaklarında pedal çeviren sevgili dostum Emre Ülker de metalik mavi renkli yarış bisikletiyle katılıp, beni yalnız bırakmadı. Bu zevkli bisiklet turları kimi zaman Boyacıköy’e, hatta İstinye’ye kadar uzandı. İETT otobüslerinden kaçarken, bolca mazgal çukuruna düştüğümüz bu maceralar, İstanbul’un kalabalıklaşması ile beraber artan trafiği ve sürücülerin hayatımıza kastedecek kadar ileriye giden tacizleri sebebiyle geçen yıllarla beraber son buldu. Yaşımız büyüdükçe ve şehir de şehirlikten çıktıkça, bisiklet adları hafızalarımızdan birer birer silinmeye başladı. BMX, Pinokyo, Polo, Hüdaverdi, Kaptan... “Bisiklet” kültürü unutuldu gitti ve “bisiklet” denen vasıta Belgrad Ormanı’nda, ya da yazlıkta binilen bir zayıflama aracı olarak tarihteki yeni yerini aldı.

Çizgiler uzayıp gidiyor. Kimi ip gibi uzun, kimi kesik kesik... Sola dönerken elimi kaldırıp diğer sürücüleri uyarıyorum. Karşıdan gelen arabayı kullanan beyefendi, durup nazikçe bana yol veriyor. Lance Armstrong’u düşünüyorum; ilk bisikletim “Hüdaverdi”yi düşünüyorum; İstanbul’u düşünüyorum... Kuzeyden esen serin rüzgar vücudumu yalıyor. Hayat çizgilerle beraber akıp gidiyor, geçiyor. Pedala yükleniyorum, kendi “Tour de France”ımı kazanmak istercesine... Bisiklet asfaltın üzerinde kayıp gidiyor. Petrol fiyatları artmış, kimin umurunda... Ah benim güzel bisikletim!

Alim Erginoğlu (Oxford, 18 Ağustos 2005)