Cuma, Şubat 24, 2012

Çocuklarla Yollarda; Oxford - Budapeşte - Atina (1. Bölüm)

Gezmek hiç şüphe yok ki bir sanat, ama yola hazırlık ondan daha büyük bir sanat. Bir geziye çıkmadan önce derli toplu bir liste hazırlayan, ne alacağını, ne giyeceğini çıkaracağını bilen; fotoğraf makinasının piline, diş ipine, hatta ıslak mendile kadar teferruatı hatırlayan ve onları son dakikaya bırakmadan inci gibi çantasına yerleştiren ve gece yarılarına kalmadan erkenden yatağa girebilen insanlara hep gıpta ettim.



Ancak geziye çocuklarla çıkılacaksa işte o zaman biraz evvel bahsettiğim sanatsal hazırlık devresini yaşamak pek olası değil. En azından bu bizim aile için geçerli.

Rachel’ın stresli koşuşturmacasını ve yatağa yığılmış dağ gibi eşyaları görünce ‘gezmeye’ değil de ‘göçmeye’ gidiyormuşuz gibi bir hisse kapıldım. Çocuk sayısı bir değil iki olunca teferruatın dozu da onunla doğru orantılı. Ne demek istediğimi, çocuksuz birinin anlaması epey zor.

Çocuklar ne giyecek ne çıkaracak bir tarafa, ne ile oynayacaklar; yolda acıkırlarsa kumanyada tatlısından tuzlusuna ne olacak; hastalanırlarsa elde ne var? Termometreden başlayıp ateş düşürücüye kadar giden bir liste...



Son dakikacı olduğumuz için evdeki panik havası seyahatten 24 saat önce başlıyor, son saatler yaklaştıkça alevleniyor. Bağırış çağırış; ‘onu aldın mı, bunu koydun mu?’lar, yok yok bir değil bir düzine alınacaklar... Çok şükür ki, Rachel elinde bir liste ve kalemle geziyor.

Çocuk beziiii?
Varrrrr
Kaç tane varrrr?
46’lık paket varrrrr...

Tamam, sil listeden.

Gece yarısını geçtikten sonra bavula son dakikada sıkıştırılan ve eminim bazısı hiç giyilmeyecek ya da kullanılmayacak ıvır zıvır... Böyle bir curcuna işte bizim her seyahat öncesi yaşadığımız, komedi dizilerini aratmayacak sahnelerden oluşan hazırlık safhamız.

Nedense uyku saati de hiç tutmaz seyahatten önceki gece. Üç dört saatlik yetersiz bir gece uykusu tabiii unutkanlıklara gebedir. Sabah kahvaltısı ile uğraşmayalım diye özene bezene emek verip hazırladığım güzelim tostların unutulması şasılası bir durum değil!



Aldın mı tostları?
Yoo almadım, sen almadın mı?
Aaaa...!  Sen alacaktın hani.
Nasıl ben alacaktım...???

Sonra on dakika birbirimize vıdı vıdı vıdı...

Budapeşte’ye uçuşumuz Malev ile Londra Gatwick kuzey terminalinden. Sabah 5’te ayaktayız. Çocukları yataktan kaldırdığımız gibi pijamalarıyla arabaya atıp 5.30’da tekerlekleri döndürmeyi beceriyoruz. Oxford – Gatwick trafiksiz yolda 1,5 saat sürüyor. Cumartesi sabahı olmasına rağmen M40 ve M25 otoyolları kalabalıkça. Gün ağırırken havaalanına varıyoruz. Çocuklar uykusuz ve bir o kadar da şaşkın olmalarına rağmen hiç mızmızlık etmiyorlar.



Daha önce hiç Macar Havayolları Malev ile uçmadığımız için ne ile karşılaşacağımız konusunda pek bir fikrimiz yok. Her ne kadar havayolu sektörü ve uçaklara meraklı olsam da, okumak ile bizzat tecrübe etmek arasında büyük fark var. Malev’in check-in sırasındabizden başka yolcu yok! Hiç bu kadar rahat ve hızlı bir biçimde bavulları teslim etmemiştik! İki dakikada hallolan check-in işleminden sonra stres modundan tatil moduna geçiyoruz.



Aşırı rehavet havaalanlarında pek tehlikelidir. Yok kahve, yok free-shop, yok tuvalet derken ‘uçağa son çağrı’ yazısı ile panik olmayan yoktur! Sonra koştur babam koştur! Kapıya gidişimiz biraz buna benzer bir halde oldu. Kısa bir soluklanmadan sonra, ‘önce çocuklu aileleri alalım’ anonsu ile kendimizi, yaşını başını almış ve artık bir Afrika havayoluna satılmayı bekler haldeki bir Boeing 737-700’ün kapısında bulduk. Malev’in çimen yeşili dekorasyonuna bayılmamak elde değil! İnsan bir uçağa değil de, çayırda pikniğe gelmiş gibi hissediyor.

Bol ‘ö’lü, ‘ü’lü ve ‘ş’li tanıdık sesleri barındıran Macarca anonsların ardından sabah 8.55’de uçağımız Londra Gatwick’ten teker kesti. İşimiz bitse de artık eve gitsek modundaki hafif katanalaşmış hosteslerimiz kısa süre sonra pek leziz, baharatlı salamlı sandviclerimizi dağıttılar. Bizim oğlanı fasulyeden sayan ve sandviçi pas geçen hostese ‘ablası, bak burada bir yavru var’ deyince zora ki de olsa bizim Paşa’ya da sandviçi kaptık. Oğlan ancak yarısını yiyebildiğinden aslında sandviç bana yaradı!



2,5 saatlik rahat bir yolculuktan sonra altımızda yılan gibi kıvrılan Tuna Nehri’nin üstünde bir kaç tur attıktan sonra Budapeşte’ye indik. Havalimanı küçük ama fonksiyonel. Pasaportlarımıza dahi bakmayan polis ‘geç abi geç’ yapınca iki dakikada kendimizi bagaj bantlarının yanında bulduk. On dakikaya da bavullarımız gelince artık bizim gezi de resmi olarak başladı.

Enformasyon masasındaki adamın başını kalabalık görünce, hemen yandaki rafların üzerinden bir Budapeşte haritası kaptım. Harita sağolsun tüm toplu taşımacılık opsiyonlarını da sıralamış. Maalesef daha şehir metrosu havaalanının içine kadar gelmiyor ,ama 200 E numaralı otobüs metronun mavi hattının başladığı nokta olan Köbanya/Kispest’e kadar yolcuları götürüyor. Tam kalkmak üzere olan otobüse çubbaaa atlayıp yola çıkıyoruz. Otobüs adambaşı 400 Forint (1 TL=110Forint). Çocuklar bedava!




Yeni ayak basılmış bir ülkedeki ilk izlenimler, ilk görüntüler benim için hep ilgi çekici ve enteresandır. Beyin önceden kaydettiği bilgileri evirip çevirerek bir yargıya varmak ister. Hafızam bir yanda 1956 Devrimi’nin fotoğraflarını gözümün önüne getirirken diğer yandan Bartok ve Liszt’in notaları da kulağımda çınlıyor. Budapeşte’nin dış mahalleleri kafamda kurduğum şehir hayalinden uzak. Bizim Trakya’daki köylerini anımsatan, dik çatılı evciklerin arasından geçiyoruz. Ara ara, dört beş katlı gri eski bloklar bir gözüküp bir kayboluyor. Aradan yirmi yıl geçmiş olsa da, şehrin son demlerini yaşayan, eski komünizm yüzü hala bir yerlerde saklı. İçi Sovyet kokan metro vagonları sanki ruhlarını o yıllarda bırakmış insanlarla dolu.



Yanımda oturan genç ile sohbete dalıyoruz. Karşımızda oturan bir Alman aile de muhabbete dahil oluyor. Baba, benim Türk olduğumu duyunca biraz şaşırmış gibi gözüküyor. Eşimin İngiliz olduğunu öğrenince, ‘hah! pasaportu kapmak için kızı tavlamış’ gibi bakıyor bana. Ben de, ‘kızı kaptım, pasaportu da aldım’ edasıyla cevaben adama bakıyorum. Macar çocuk anlatıyor: ‘Bu hükümet de Amerika’nın uşağı çıktı. İş güç yok. Fırsatını bulan pırrr Almanya’ya, Avusturya ‘ya...’.




Muhabbet bir anda ne olduğunu anlayamadığımız gürültü patırtı ile bölünüyor.  Bugün Pazar, Budapeşte’de de maç günü. Hem de derbi var... Çocukluğumun takımları Honved ve Ferencvaros’un taraftarları polis kordonunda metroya doluşuyorlar. Arada borozan sesleri ve bağırış çağırışlar eşliğinde aktarma yapacağımız Deak F. durağına varıyoruz. Alman aile ile Macar çocuğa ‘eyvallah’ deyip vagondan iniyoruz. Puset ve bavullarla asansörsüz katları inip çıkmak biraz sorun olsa da çok dert etmiyoruz. Çocukların da pek şikayet eder halleri yok! İçimiz yeni bir şehire gelmenin heyecanı ile dolu.



Şehrin Buda tarafında, tarihi kalenin hemen yakınına denk gelen Battyhanny durağında iniyoruz. Uzun bir merdiven metrodan bizi gün ışığına çıkarıyor. Çocukları ve bavulları gören bir adam daha biz ‘gerek yok’ demeye kalmadan ‘durun size yardım edeyim’ deyip bavullardan birini kaptığı gibi basamakları tırmanıyor. Sonra tekrar aşağıya yanımıza gelip, Paşa’nın oturduğu pusetin bir ucundan tutup bana yardım ediyor. Macar kardeşimden güzel bir ‘hoşgeldin’ bize!


Su, her şehre can veren ona kimlik kazandıran bir unsur. Bu durum Budapeşte’de de değişmiyor. Tuna aynı kafamda canlandırdığım gibi görkemli, geniş ve bulanık. Kendi eksenimde şöyle bir dönüyorum şehrin ilk fotoğrafını hafızama yerleştirebilmek için. Nehrin karşı kıyısındaki şatafatlı Parlamento binası, Zincirli Köprü, sarı renkli tramvaylar, nehir boyunca bisiklete binenler, Paris ile aşık atmaya çalışan işlemeli binalar...



Otelimiz Regnum şehrin merkezine uzakça sayılsa da, tesadüf bu ya, oteli şehrin Osmanlılardan kalan en eski yapısı Arslan Paşa Hamamı’nın hemen yanındaki Ganz Sokağı’nda buluyoruz. Her Türk evladı gibi uzak bir diyarda geçmişe ait bir iz bulmak beni de heyecanlandırıyor. Arslan Paşa kimdir diye sorarsanız; kendisi Budin Beylerbeyi. Balkanlardaki bir çok savaşta gösterdiği başarıyı diplomasi alanında da gösterince Budin Beylerbeyliği'ne getirilmiş. Biraz araştırınca Arslan Paşa’nın deli dolu bir kişiliği olduğu da ortaya çıkıyor. Rivayet o ki, ahbaplık ettiği bir Macar’ı katakulliye getirip sünnet ettirmekle kalmamış, zavallı adamı sokak sokak dolaştırıp çalgıcılar eşliğinde oynatmış! Artık bu deli doluluğu mudur, yoksa iç politika mıdır bilinmez, bir kuşatmadaki başarısızlığı sonrasında Sokullu Mehmet Paşa tarafından kellesi vurulmuş.



1566 yılında yapımı tamamlanan hamamın şehrin merkezine nispeten uzak bir mahalleye yapılmış olması onu bugünlere taşımış. En uzun süren kuşatmalarda bile ahalinin hamamı kullandığı tarih sayfalarında anlatılıyor. Bugün Ganz Sokağı’nda büyük binaların arasına sıkışmış bu hamam hala aktif olarak kullanılıyor. Tabii, Arslan Paşa’nın hamamı artık lüks bir spa!



Regnum Hotel, konforlu ve rahat. Üç sene önce yapılmış. Bizi çoluk çocuk gören resepsiyonist bir kıyak yapıp, saygıdeğer ailemizi suite odaya terfi ettiriyor. Oda futbol maçı yapmaya müsait. Çocuklar kocaman yatağın üzerinde yuvarlanıp duruyorlar. Sabahın köründe kalkmalarına ve de uzun süren yolculuğa rağmen yeni şarj edilmiş bir pil gibi enerjik durumdalar!



Kısa bir dinlenmeden sonra yürüyüşten sakınmayan ve bunu gezmenin en iyi yolu olarak bilen Erginoğlu ailesi depar alıyor.

1. Bölümün Sonu