Salı, Haziran 10, 2014

Londra Notları - Bir Kentte Kayıp Zaman


‘Ağlatma beni çocuk’ sözü kulaklarımdan hiç çıkmayacak büyük üstad, ağabey, Hulki Aktunç’un anısına...







***************************************


‘Kimi insan şehir insanıdır. Sadece kentte yaşamaz, aynı zamanda kenti de yaşar. Biraz da fanatiktir şehri için. Onu alıp da Istanbul’dan mesela New York’ta, hatta Londra’da yaşamaya ikna etmeniz zordur. İlla kendi şehridir onun için birincil. Yine de, Londra’ya, Paris’e, Amsterdam’a gider, bir süreliğine kah turist gibi, kah gezgin gibi o şehirlerin havasını solur ve yine kendi şehrine döner. Ait olduğunu hissettiği yuvasıdır orası çünkü ’


Ben hiç şehir insanı olamadım. Bir kente aidiyet duyduğumu da hatırlamıyorum. Bir şehirden diğerine savrulduğum ve bir yerde bir türlü kalıcı olamadığım için olsa gerek bunun sebebi. Yine de derinden  bunun bir eksiklik olduğunu hissettiğim içim midir bilmiyorum şehir insanına gıpta edişim. O yüzden ne zaman bir şehre varsam, onu yaşıyor gibi yaparım. En azından denerim, bir kaç saat bile olsa...


Şehirler bir anlamda kaçıştır benim için. Aslında bir çoğumuz için doğrudur bu benzetme. Herkesin bir şehri vardır. Oraya kaçar, kalabalığın içine karışır ve kaybolur. En güzel yalnızlık budur! İnsanın kendi kendine en çok söylendiği, hayatla hesaplaştığı, vitrin camlarında kendini izlediği, gelip geçen yüzlerde geçmişi hatırlayıp geleceği düşlediği, bir arabanın altında kalmamak için hem hızlı hareket edip hem de kimi yerde kaplumbağa kadar yavaş olduğu, kokuların peşine takılıp ya yediği ya da içtiği, kulağa hoş gelen bir melodinin ardında kendini bir konser salonunda ya da bir sokak çalgıcısının yanında bulduğu, galerilerin içinde renklere anlam yüklemeye çalıştığı, son model bir bisiklet görüp de ‘ah biraz daha param olsa keşke’ dediği, güneş açtığında sevindiği ve bu kadar çok seyi aynı andan nasıl düşünebildiğine şaşırdığıdır şehirde olmak.


Oxford’un küçük bir köyünde yaşamam bu kaçışlar için bana daha fazla bahane verir. Bir yerlerde kalmış, saklanmış şehir çocuğunu sevindirmek için iyi bir fırsattır bu. O yüzden, maalesef bir kaç saatle kısıtlı dahi olsa severim Londra’nın sokaklarında kaybolmayı.


Genelde başlangıç noktası şehrin neredeyse tam merkezi sayılabilecek Holborn’dur benim için. Oxford Street’in kuru turist kalabalığının pek adım atmadığı ancak St. Paul Katedrali ya da Tate Modern’i ajandasına yazmışlar için bildik bir duraktır Holborn. Onun dışında şehrin finans ve de kurumsal hayatında, bir çamaşır makinesinin içine düşmüş gibi hızlı bir devir ile yaşayan iddialı insanların semtidir. Kimine göre albenili, kimine göre sevimsizdir. Oysa ki, üzerine yapıştırılmış züppe kimliği ara sokaklara girdikçe değişir ve her yerde olduğu gibi burası da insanı heyecanlandıran şaşırtan sürprizlerle doludur.


Holborn metro istasyonunun hemen arkasına düşen Lincoln’s Inn bir çok insan gibi benim için de bulunmaz bir dinlenme noktasıdır. Takım elbisesine aldırmadan çimlere yatmış, yüzünü utangaç Britanya güneşine vermiş adamlardan tutun da, köpeğini gezdiren kokoş hanımlara, ya da kafasında inşaat kaskıyla öğlen bahanesiyle bir bira vuvarlayan göçmen işçilere kadar bir çok faklı insan fotoğraf karenizin içine girer. Elimde bir kahve, ya da ana caddedeki Japon lokantasından aldığım ‘miso’ çorbası ile güdük bir ağacın altına oturup ben de bu kervana katılırım.


Bu küçük meydan içinde oldukça keyifli bir butik müzeyide barındırır. Bunu bilen azdır. 18. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış egzantrik kişiliği ile bilinen mimar Sir Soane yaşadığı evi aynı zamanda nadide sanat ve arkeoloji koleksiyonu sergilediği bir müzeye dönüştürmüştür. Eğer elinizde bir rehber kitap ya da harita yoksa binanın bir müze olduğunu farketmeden geçebilirsiniz.


Ben, bugün, bu müzeyi bir kez daha pas geçtim. Çünkü pek keyfim yok! Belli bir sebebi olsa keşke diye düşündüm bu keyifsizliğimin. Hani bir ad versem mesela ona; yalnızlık desem, bıkkınlık desem, şu güzel havada bir ofisin içinde eriyip gitmenin farkındalığının yarattığı buhran desem...


Lincoln’s Inn’in güneyinde kalan ve meşhur, bu dünyanın başına bir çok ekonomik belayı saran bazı egosentrik üstadların tozunu yuttuğu,  London School of Economic’e açılan ve adının neden Sardinia olduğunu pek anlayamadığım sokaktan geçip, vızır vızır trafiğin işlediği Kingsway Caddesi’ne çıktım. Eğer sola dönüp güneye doğru yürüseydim Strand’ı geçip Waterloo Köprüsü’nde bulacaktım kendimi. Bunu nedense istemedim ve kırmızı ışıkta bekleşen bir Amerikalı tur grubunun peşine takılıp onları Great Queen’s Way caddesindeki Mason Locası’na kadar takip ettim. Eğer ayağımda beyaz spor ayakkabılar, dize kadar çekilmiş beyaz çoraplar ve krem rengi bir pantolon olsaydı rahatlıkla onlardan biri olabilirdim. Ama bunların hiçbiri üzerimde yoktu. Şatafatlı loca binasının merdivenlerinde kendilerini takip ettiğimin zerre kadar farkında olmayan grubu bıraktım. Yolun karşısındaki Japon lokantası Itsu’nun kaldırımında bir süre durdum. Bir adamla, kendinden yaşca genç bir kız oturmuş kavga edercesine konuşuyorlardı. Adam tanıdığım birine benziyordu ama kime benzettiğimi bir türlü çıkaramadım. Adama gidip, bir yerden tanışıyor muyuz demek isterdim ama bunun fazlasıyla aptalca olacağını düşünerek, eski bir dostla ne zaman Londra’ya gelse oturup iki tek attığımız, karşı kaldırımdaki Prince of Wales’in kapısından içeri girdim. Pub neredeyse bomboştu. Barda hızlı hızlı etrafı elindeki bezle cilalarcasına hışımla silen barmene tuvaletin yerini sordum. Genelde üst sınıfın tuvalet için kullandığı ‘loo’ kelimesini İngiliz bile olmayan bir barmene tuvalet sorarken kullanmış olmamı yadırgadım, ama kayınvalidem yanımda olsaydı benimle gurur duyardı diye düşünerek kendi kendime kıkırdadım. Eski ahşap  ve amonyak kokusunun işgal ettiği dar bir koridordan geçip, labirenti andıran ve bir kaç kapıyı itip çekerek ancak girilen basık tuvalettin ihtişamlı pisuvarında öğlen içtiğim tuzlu miso çorbasını tekrar doğaya kazandırdım. Tuvaletten çıktığımda barmen hala etrafı silmekle meşguldü ve bir içki bile almadan pubdan çıkıyor olduğumu farketmedi bile. Oysa ki bir bardak, ya da İngilizlerin deyimiyle bir ‘pint’ London Pride birası alıp eski dostumu yadetmek için harika bir fırsattı ama yalnızken içki içmeye pek yatkın bir adam olduğum söylenemez!


Prince of Wales’in önünde bir süre kaldırıma saplanmış gibi durdum. Eski dostum ile en son işte tam bu noktada iki bira vuvarlayıp, yaşadığı dayanılmaz aşk acısını konuşmuştuk. Sevdiği kadının başka birini gönlünü kaptırmış olması değil de, bunu son dakikaya kadar farketmemiş olması nasıl mümkündü? Pılını pırtını toplayıp başka bir ülkeye kaçmakla, hayatına son vermek arasındaki bir karar vermek istiyordu. İkincisini tabii ki su içer gibi yuvarladığı London Pride biralarının beyin hücrelerine verdiği "zırvala" emriyle söylediğini düşündüm. Hayatına son vermeyeceğini bilsem de, yine de tedbiri elden bırakmamak için bizde kalmasını önerdim. Sohbetimiz aşk acısından, yanımızda duran hatunun bisikletinin ne kadar ‘retro’ olduğu noktasına kaymasıyla beraber benim de biraz olsun içim rahatlar gibi oldu ve gece oteline dönmesine göz yumdum.


O geceden sonra bu taraflara epeydir yolum düşmemişti. Oysa her şehir insanı gibi, Covent Garden’a, Soho’ya, Piccadilly’ye daha çok gitmeli; kitapçılarda, sanat galerilerinde ya da ekzantrik eşyaların satıldığı gizli saklı ara sokaklarda kaybolmalıydım. Gece düşmeye yakın, loş bir barda bir kadeh merlot yuvarlayıp Akdeniz güneşine hasret yüreğimi teskin etmeli, rengarenk Lamy dolma kalemlerim ile mürekkeplerin parmak uçlarımı boyamasını izlemeliydim. Ancak kaybolmuş yüreğim bir şehir insanı olamayacak kadar aidiyetten uzak ve küskündü...


Long Acre caddesi boyunca yürüdüm. Burası sağlı sollu insana ‘tüket’ dedirten dükkanlarla doludur. Tüketme niyetlerinin nerede olduğunun pek farkında olmayanlar için bu caddeye kumarhane desek yanlış olmaz! Hesapta olmayan, ‘bu memleketten daha ucuz’ denerek alınan ve bir kısmı gardroplarda unutulan giysiler için yüklüce bir miktar paranın bırakıldığı kasalar, eğer benim gibi bir süredir burada yaşıyorsanız, çoktan cazibesini yitirmiş yerlerdir. Ama bu cadde bir kitapçı vardır ki, işte benim için en tehlikeli yer burasıdır. Caddenin bitimine yakın sol kanatta koyu kırmızıya çalan afişi ile Stanfords belki de dünyanın sayılı gezi ve coğrafya kitapçısıdır.


Stanfords’un kapısında içeri her girişimde kendimi şekerci dükkanıma girmiş bir çocuğun yaşadığı haz içinde bulurum. Kitapların büyüsüne dalarak hiç gitmediğim coğrafyalarda saatlerce kaybolarak dünyayı tavaf ederim. Ancak ne zaman ki artık gitme vakti gelir, işte bu rüyadan uyanıp Bostwana’da safariyi bırakmak, ya da Luang Prabang’ın tozlu sokaklarına elveda demek içimi acıtır. Kapıdan girerken yaşadığım haz bir anda tarifsiz bir hüzne dönüşür. Bu hüznü yaşayacak gücüm olmadığından bugün sadece Stanfords’un vitrininde beliren hayalet silüetime bakmakla yetindim. Beliren görüntümden çabucak kaçmak için kendimi hızla Çin mahallesine verdim. Havaya sinmiş iştah açıcı kokulara aldanarak kendini açık büfe önlerine atmış turist gruplarının yanlış yaptıklarını anlatmak; Çin lokantalarında açık büfenin hiç bir şeye benzemediğini söylemek isterdim ama kimsenin beni dinlemeyeceğini, açık büfelerin tatsız tuzsuz lezzetlerinin yine de beğenilerek yenileceğini biliyordum.


İnsan kalabalığından dolayı Çin mahallesinden Piccadilly’ye yürümenin bir azap olduğunu çok iyi bilmeme rağmen Leicester meydanı istikametinde ödün vermedim. İngiliz İngilizcesinin azizliğinin yarattığı kargaşa sebebiyle kimilerinin Laykıstır, Leykıstır ya da Leyçistır diye telaffuz ettiği ama doğrusu Lestır olan ve bir çok havalı filmin galasının yapıldığı bu meydanı uçar adım aştım. Bu arada karşı yönden gelen insan seli içinde yediğim omuzların ve üzerlerine basmamak için maksimum gayreti gösterdiğim köpekciklerin sayısı sayamacağım kadar çoktu!


Piccadilly’ye vardığımda renkli reklam panolarına arkalarını verip resim çektiren Japon gençlerinini ilgiyle izledim. Bu ırkın her resim çekilişinde elleriyle neden zafer işareti yaptığını bir türlü anlayamadığımı yanımdaki Japon çocuğa kibarca sordum. Alındı da mı cevap vermedi, yoksa  İngilizce mi bilmiyordu emin değilim, ama ben sanki o soruyu hiç sormamışım, ya da yokmuşum gibi davrandı. Bu gençlerin ışıklı panoda dönen Sanyo reklamına gösterdikleri ilginin aynısını, acaba Ülker Hanımeller bisküvi reklamı olsa gösterir miydim diye düşündüm. Tabii bu çıkarımımı kimseyle paylaşmadım. Yalnız ruhumun kendi esprilerine içinden gülmesine müsaade ettim.


Bugün son durağımın Piccadilly olacağını biliyordum. Hüznün, beni ben yapan bir şehrin izlerini barındıran ama bir o kadar da  aptalca olduğunu bildiğim bir noktaya getireceğinden emindim. Onu ilk gördüğümde ne hissettiğimi tam hatırlamıyorum. Costa Kafe’nin hemen dibinde asil ve gururla duruşunu takdir ettiğimi anımsıyorum. Kendi ismiyle hele hele ‘ü’ ‘ı’ gibi telaffuzu zor harfleri içinde barındıran adıyla hiç çekinmeden ve utanmadan ‘Kahve Dünyası’ kimliğini, Piccadilly’ye gelen şehir insanlarının burnuna sokmasını takdir ettiğimi söylemeliyim. Bu gururla kapıdan içeriye girdim ve iştah kabartan çikolata ve pastalara göz ucuyla baktım. Sol taraftaki küçük masacıklardan birine sırtımı duvara verecek şekilde sığındım. Sel gibi sokakta gelip geçen insanlara dalmışken, ‘şiparişinizi alabilir miyim?’ diye soran genç kızın sesiyle dünyaya döndüm. Kısa boylu, sempatik yüzlü garson kız sorusunu tekrarladı. Türkçe mi yoksa İngilizce mi cevap vermem gerektiği konusunda tereddüt ettim. Soruyu İngilizce sorduğu için İngilizce ‘Türk kahvesi lütfen’ diye yanıtladım. Sonra Türkçe ‘sade’ demem ile ‘Türk olduğunuzu tahmin etmeliydim’ dedi garson kız. Bunu derken gözlerindeki gurbet yalnızlığını, aile özlemini, Piccadilly değil de Galata’da eski bir kahvede arkadaşlarıyla olmak ya da hepsinden öte az şekerli bir Türk kahvesini annesinin fesleğen kokulu balkonunda, onunla beraber yudumlamak istediğini okuyabiliyordum. O an kolundan tutup, ‘hala geç değil, şimdi bir uçuğa atlayıp üç buçuk saat sonra annenin kokusunu içine çekebilirsin çocuk’ demek isterdim!


Alim Erginoğlu – Haziran 2014, Londra