Sonbahar geldi. Yolculuk mevsimi. Kentler insanlari cagiriyor. Akdeniz gunesin son demlerini yasiyor. Valetta’da insanlar aksamlari bir ince gomlekle oturuyorlar. Dubrovnik’de deniz hala ilik. Ibiza sokaklari canli. Oysa ki, on bes yirmi gune her sey bitecek, herkes gidecek.
Cape Town’a ilk bahar gelmis. Masa Dagi’nda baharin ilk cicekleri okyanus ruzgarlari ile saliniyorlar oradan oraya. Biralar su gibi akip gidiyor. Sun City’de surfculer serin suya aldirmaksizin ozgurlugun tadini cikariyorlar. Kara derili cocuklar ciplak ayakla kosusturuyorlar kumlarda.
Bangkok sicak. Yaniyor her yer. Uzerine sicak bir ogleden sonra yagmuru. Yetmiyor, aksam gok bosaliyor Thonburi’nin fakir sokaklarina. Chao Phraya Nehri’nde hindistan cevizleri yuzuyor, sabaha tutunacaklari bir toprak bulmak umuduyla...
Colombo’da dalgalar bir zamanlar beyaz olan kumlari tokatliyor. Bir kadin, donuk gozlerle okyanusa dalmis sevdigini elinden alan dalgalarla hesaplasiyor. Postanenin onundeki basamaklara siralanmis sevgililer semsiyelerin altinda bir mendil parcasinin arkasina sakladiklari asklarini sunuyorlar birbirlerine. Kandy’de gol kiyisinda sutlu, bol sekerli caylar samosa boreklerinin esliginde yudumlaniyor. Filler, kutsal tapinagin girisine birakilmis adak ciceklerini hortumlari ile cekistiriyorlar. Altlarinda mavi sort, uzerlerinde tertemiz beyaz gomlekleriyle ilkokul cocuklari tapinagin kapisinda dua ediyorlar.
Bir adam Paris’de olabilecek en kotu seyi yasiyor. Yalnizlik... Pont des Arts’in uzerinde iki sevgili dunyayi unutmuscasina sarilmis, bir ressam ise karsisindaki taburede oturan yasli adamin yuzunu olumsuzlestirmekte. Montmartre’a sirtini dayamis alt mahallelerin panjurlari kirik evlerinden Magrip ezgileri yayiliyor.
Elinde topugu kirilmis ayakkabisi ile 52. caddenin onunde bir taksi bulurum umuduyla bekleyen bir kadin. Isiltili panolar, ellerinde bond cantalari ile kosusturan siyah giyimli adamlar... Italyan lokantalari, goz kamastiran vitrinler... Oteki New York adanin diger ucunda, tunellerin sonunda; bir basket topunun ardinda, ya da koprunun altinda...
Istanbul: Sevdigim, nefret ettigim, hayal ettigim, unutmak istedigim, gidemedigim, donemedigim, saydigim, sovdugum...
Kafamda kentler. Isimler birbirini kovaliyor. Mevsim sonbahar, yolculuk zamani. Yuregim git diyor, beynim dur! Yatagimin uzeri karmakarisik. Mektuplar, zarflar, kitaplar ve resimler... Sirt cantami cikariyorum tozlu dolaptan. Iki kalem, bir defter baska bir sey lazim degil.
Ve bir sabah uyandigimda, baska bir kentte kendimi beyaz sayfalara karaliyorum. Parmaklarimda siyah murekkep, burnumda uzaklarin kokusu...
Arnos Grove'da Eti gofret satin aldigim Rizeli bakkal yan komsusu Corfulu Yiannis'in
"kalamata" zeytinlerini tavsiye etti. Dolgun kalamatalardan 250 gram aldim. Elimdeki zeytin poseti agzimi sulandirdi. Wood Green'e dogru yurumeye basladim. Sagli sollu lokantalar, bufeler... Karnim iyice acikti.
Dalgin dalgin yururken arkamdan bir ses "N'apayn?". "Aaa Sabri, yahu dalmisim, bak gazeteyi de unutuyordum az daha". Bakmayin Bafli Sabri'nin gazete bayiiligi yaptigina, kulturlu adamdir, uc dili sular seller gibi konusur. Turkce ve Rumca'yi saymiyorum. Gazetemi her zamanki gibi rulo yapip uzatirken elimdeki kalamatalari gorunce "Dur sana dolaptan bir paket hellim vereyim, bu zeytinler oyle bos mideye gitmez" deyip, elime bir poset tutusturdu. "Aman dur, ne gerek var" demeye kalmadan kendimi King's Cross'da buldum. Palermolu manav Gianni'nin kan kirmizisi domateslerinden uc tane aldim. Nerede oyle kilo ile almak sebzeleri... O gunler Goksu pazarinda kaldi. Artik ihtiyac kadar aliyoruz.
Paddington her zamanki gibi kalabalik. Bu istasyon sehrin kuzeybatiya acilan kapisi. Slough, Reading, Oxford ve Herefort yolculari tsunami dalgasi gibi istasyonun meydanini yutup yutup duruyorlar. Istasyon'da Millie's kurabiyeleri satan kucuk mekanda iki Ispanyol calisiyor: Pedro ve Juan. Tuzlulari aldik, sira tatlida. Juan camekanin icinde duran cikolatali, frambuazli, findikli, karamelli envai cesit kurabiyeyi sanki elinde pirlanta tutuyormusca urkek bir bicimde alip kutuya koyuyor. Pedro, kurabiyeleri alirken bana Alonso'nun Formula 1'deki performansizligindan yakiniyor. Arkamda bekleyen gurultucu Alman ogrenciler duysun ister gibi sesini yukselterek "Schumi, Alonso'nun tozunu yutar gelecek yarista". Almanlar kuabiyelerin icine dusmus, Pedro'yu duyan yok. O kirik Katalan aksaniyla anlayan da...
Yorgunluk kahvesi icin St. James Park'in guney ucundayim. Is yerleri yasami kusatmis. Herkesin boynunda bir kimlik karti. Yanimda oturan adamin kartinda Ivan Kostanovic yaziyor. "Hirvat mi, Sirp mi, yoksa Karadagli mi?" diye dusunurken bir kadin masamda duran sekere uzanip "Alabilir miyim?" diye soruyor. Onun kartinda da Mina Suratyana yaziyor. Ya Sri Lankali ya da Hintli. Aklim kalamatalarda, hellimde, Sicilyali'nin domateslerinde. Firlayip Victoria'ya uzaniyorum. Iranli Reza buyukelciliklere giden Belgrave Caddesi'nin ucundaki patiseride taze ekmekler satiyor. Reza'dan bir somun ekmek alip dogruca Hyde Park'a...
Gunes ekimde oldugunu unutmuscasina insani isitiyor. Cimlere oturdum. Kucuk bir peceteyi serdim yere. Domatesleri ince ince dogradim. Ekmegi ikiye boldum. Hellimi dilimledim. Kalamatalari onume dizdim. Biraz otede sarap sisesini acmis paylasan iki isci. Onlarda sarap, bende sofra. Boris Zoblobscak ve Miroslaw Zbirnwsky: Biri Bratislavali, digeri Gdansk'dan. Sarap ise Mendoza, Arjantin. Zikkimlaniyoruz. Boris sikayet ediyor "Bulgarlar ve Romenler gelince bizim isler bozulacak. Niye alirlarki bu cingeneleri Avrupa Birligi'ne?".
Mendoza sisesi elimde, karsimda ucurtma ucuran Cinli aileye bakiyorum. Sarikli Hindu polisin sesiyle irkiliyorum "Hey siz! Ulu orta icki icemezsiniz. Kalkin oradan". Heathrow'a inmeyi bekleyen Air Zimbabwe ucagi tepemizden gurultu ile geciyor. Kalkiyorum. Hellim, domates, kalamata, Mendoza... Kafam iyi.
Marble Arch'da bir Jamaikali bagira bagira sarki soyluyor " I'mmm aaa Jamaicaaan in London".