Çarşamba, Aralık 17, 2008

Paris - Oxford Kadar Yakın!

Ben hiç yoldan çıkmadım. Hep yollardayım. Günde 224 kilometre yol yapmam bunun kanıtıdır. Şöyle kaba bir hesapla yılda Oxford Londra arasında 44,800 kilometre yaptığımı söyleyebilirim. Saat hesabı olarak, kuzey Oxford'daki evimden çıkıp da High Holborn'daki ofisime giriş süresi tek yön 2,5 saattir. Yani günde 5 saat, haftada 25 saat... Üç senedir bu yolu yaparak bir çok sıfat kazandığım doğrudur. Mesela, bir arkadaş hiç sakınmadan bana "deli" der; bir diğeri "zavallı"; "yorgun" sıfatı çokça duyduğumdur; "aptal" en sevdiğimdir; "enayi" diyenler de çıkar...



Türkiye'de çoğu insan için Oxford, Londra'nın bir semtidir. Bazısı İngiltere'ye geldiğinde çok alışveriş yapmış olduğunu anlatır, yani Oxford'u şu meşhur alışveriş caddesi Oxford Street ile karıştırır. Oxford'un Wimbledon yakınlarında şehre yarım saat uzaklıkta bir üniversite kampüsü olduğunu düşünenler de çoktur. Oysa ki, Oxford Londra'ya 112 km mesafede, 150.000 nüfuslu apayrı bir şehirdir. Yani Istanbullular için İzmit, Ankaralılar için Eskişehir, İzmirliler için Manisa...

Bütün bunları anlatmamın sebebi daha çok sıfat sahibi olmak değil tabii. Amacım geçen haftasonu çeyrek asırlık dostum, kitabımın önsözünü beni kırmayarak yazan Emre Ülker ve güzel eşi Aslı'yı görmeye gittiğim Paris'e yaptığım kısa yolculuğu sizlerle paylaşmak. Paris'in bana evim kadar yakın olduğunu geçen hafta idrak ettiğimi söylesem inanır mısınız bana? Yok, şaka etmiyorum hakikaten öyle.

Sabah 6... Hava hala zifiri karanlık. Dışarısı bu mevsim olmaması gerektiği kadar soğuk. Arabanın camları buzlanmış, eldeki bez ile kazımanın hiç faydası yok. Marşa basıp arabanın külüstür ısıtmanın toparlanmasını ve camdaki buzu eritmesini beklemek tek çare. Radyoyu açıp haberlerden yol durumunu dinliyorum. Buraların E5'i sayılan, Londra'ya giden otoban M40'da yine bir kaza haberi. Kimbilir ne kadar sürecek yine işe varmam? Suratım asılıyor... On dakika sonra camdaki buz hafiften ılık üfleyen havalandırmanın etkisi ile erimeye başlıyor. Sabrım kalmadığı için camdaki görüşün tümden açılmasını beklemeden gaza basıyorum. Yollar bomboş. Havaya rağmen biskiletiyle işinin yolunu tutmuş bir kaç insan pedal çeviriyorlar. Bu soğukta onların yerinde olmak istemezdim diye düşünüyorum. Arabayla şehrin girişindeki Park&Ride denen otopark ve otobüs terminaline girerken ufukta pembe bir çizgi halinde gün ağarmaya başlıyor. Saplantı haline getirmiş olmalıyım ki, arabayı her zaman park ettiğim noktaya bırakıyorum. Hafiften esen rüzgar havayı daha da soğuk hissettiriyor, montumun fermuarını çenemi kapayacak kadar çekiyorum. Atkımı kulaklarımı de saracak şekilde iki kez döndürüyorum. Küçük terminal binasında neredeyse her gün karşılaştığım aynı yüzler... Biletçi benim eski bir arkadaşıma şaşılacak kadar çok benziyor. Sanki onun 20 sene sonraki hali. Sevimli bir adam. Her sabah olduğu gibi yine "günaydınlaşıyoruz". Elimdeki çantaya bakıp bir yerlere gidiyor olduğumu sezerek, "Haftasonu plan var galiba?" diyerek gülümsüyor. "Yolculuk Paris'e..." . "Umarım hava orada daha iyidir" temennisinde bulunuyor. Hiç sanmıyorum. Oxford ile Paris anlaşmışcasına hava konusunda birbirine paralel gidiyor. Biz laflarken iki katlı Neoplan oflaya puflaya terminale gidiyor. "Oxford Tube ekspres, sadece Marble Arch'da durur, yolcusu kalmasın" diye bağırıyor biletçi. Her zaman sıra beklemeyi kendine ilke edinmiş İngiliz toplumu nedense burada disiplini bozuyor. Kaynama yapmaya çalışanlar, yaşı gereği öne geçmesi gerektiğini düşünenler, ya da "yabancı bu zaten, beklesin" tavrıyla çoktan otobüsün kapısı önünde bitenler... Bir ahbap bana, "İngilizin canını al, sırasını alma" derken yolu hiç buralara düşmemiş belli. Neyse, ben hergün bu sahneyi yaşadığımdan, bugüne mahsus pek sesimi çıkarmıyorum. Yoksa, medeniyet dersi verme konusunda anadan doğma Anglo-Saksonu cebimden çıkarırım ya, o ayrı.

Oxford Tube firması, haftaiçi sabah 6 ile 7 arasındaki seferlerinde Independent gazetesi ve sandviç ile mevye suyundan oluşan bir kahvaltı veriyor. Hergün yenecek nane değil ama, zeytin ve beyaz peynir stoğum dara düştüğünde durumu kurtarıyor. Motorun homurtusundan rahatsız olduğum için önlere doğru bir yer bulup koltuğa kuruluyorum. Koltuk numarası yok, bulduğun yere oturuyorsun. Yol uzun, ne yapmalı? Sabahın bu saatinde çok bir seçenek yok; ya kitabını çıkarıp okuyacaksın, ya kulağa müziği takıp hayal alemine dalacaksın, ya da bir türlü kapanmayan uyku açığını makul bir seviyeye indirmek için uyuyacaksın. Ben ilk seçenekte karar kılıyorum. Louise De Bernieres'in "Bird Without Wings"inin sayfalarında memleketimin güneybatısındaki Eskibahçe'ye, 20.yüzyılın başına bir yolculuk yapıyorum. Bu Eskibahçe acaba Kayaköy mü diye düşünüyorum.



Oxford'un çevreyolu A40'dan sonra, buraların E5'i sayılabilecek M40'a çıkıyoruz. Uçsuz bucaksız yeşil düzlükler, tarlalar... İstanbul'un hem doğu hem de batı ekseninde hiç bitmeden yekpare bir biçimde diğer şehirlerle tek bir parça haline gelmiş görüntüsünü gözümün önüne getirince, M40'daki bu görüntü biraz gerçek dışı duruyor. Şu alanlara, Lazok mimarinin en son örnekleri sergilenerek ne ihtişamlı alışveriş merkezleri, residanslar yapılırdı oysa! Ya da bir Arap şeyhine peşkeş çekilirdi... Saat maat, hanımlara pırlanta yüzük müzük hediye de gelirdi, cebe atar deklare etmezdik... Lewknor köyündeki duraktan bir iki yolcu aldıktan sonra Londra yolu üzerindeki en yüksek tepeciğe doğru tırmanıyoruz. Buraya yerliler "White Cliffs", yani beyaz kayalıklar diyorlar. Bu tepeyi aşınca kısa bir süre sonra Buckhinghamshire sınırlarından içeri giriyoruz. High Wycombe kasabası bir süre sonra sağlı sollu kendini gösteriyor. Wycombe ismi eski İngilizcede "Ormanlık vadi" anlamına geliyormuş. Bizim Devrek nasıl bastonculuğuyla tanınıyorsa, Wycombe'da sandelyeciliği ile ün salmış. 1875'de günde 4,700 sandalye üretildiği tarih sayfalarına geçmiş. Bu sebepten olacak ormanlık vadi artık koruluk bir hale dönmüş. Şimdilerde High Wycombe halkı sandalyelerini, kasabanın dışındaki büyük John Lewis gibi mağazalarda satın alıyorlar. Değişim!


High Wycombe bittikten sonra yine yerleşim azalıyor. Bir kaç köy ve de birbirini kesen onlarca otoban kavşağı dışında bir hadise yok. Sonra Hilligdon başlıyor. İşte Londra'ya girdik. Burası şehre kuzeybatıdan girince Londra'nın dış sınırındaki ilk çember, yani Zone 6'nın bir parçası. Metro hattının başladığı nokta. Buradan metroya binen 50 dakika gibi bir sürede Londra'nın göbeğine ulaşır. Tabii biz otobüste daha sürüneceğiz, çünkü Hilligdon'dan itibaren trafik adamı çıldırtacak cinsten. Acton bölgesindeki, Gipsy Corner kavşağında bir türlü bitmeyen köprü çalışmasına da ayrıca teşekkür etmeli...
Londra'ya girerken, her büyük şehirde olduğu gibi kaba, sakil, fakir ve de biraz hırpalanmış mahallelerden geçiliyor. Göçmenlerin izlerini taşıyan sokaklar, dükkanlar, tabelalar... Garip bir şekilde Polonya süpermarketi patlaması var. Hani bakkal irisi demek daha doğru. Polonya bakkallarına bakarken aklıma 1980'lerde fırtına gibi esen Polonyalı golcü Zbigniew Boniek geliyor. Bir de ona asist yapan kel kafalı bir Lato vardı. Hey gidi günler hey! Acton'dan sonra sokak kapısı neredeyse otoyola açılan, klasik tuğla kaplı sıradan evlerin arasından geçiyoruz. İnsanı tek şaşırtan Londra'nın oldukça alçak yani bloklardan oluşmamış bir şehir olduğunu görmek. Yine de, ürkütücü duran ve içinde hangi haltların karıştırıldığı bilinmez, yüksek, çirkin ve de bir o kadar sevimsiz bir kaç apartman irisi Paddington hattı üzerinde öcü gibi insanın karşısına çıkmıyor değil. Otobüs Shepherd's Bush ayrımına sapınca artık Londra'nin merkezi başlıyor. İşte bundan sonrası Holland Park, Nothing Hill. Bu semti bir çoğumuz Hugh Grant ve Julia Roberts sayesinde tanımışızdır. Yine o sayede olsa gerek, son on yılda batı yakasının en gözde semtleri arasına girmiş olduğunu söylersek yalan olmaz. Kendi çapında retro, hani biraz da bohem... Züppe, posh Londra, Hyde Park ile başlıyor. Afilli Viktorya tarzı binalar, bizim eski Valikonağı ya da Gümüşsuyu'nu hatırlatıyor bana. Marble Arch'a gelindiğinde benim Oxford çoktan geride kalmış ama sizin Oxford Street başlamış oluyor. Otobüsten inme zamanım geldi. Eski ofisimin bulunduğu St. James's Park bölgesini özlemle arıyorum. Şimdi şehrin göbeğinde, adı fiyakalı ama içi boş Holborn'a gitmek, bir de bunun için ayda metroya 70-80 pound gibi bir para vermek hiç hoşuma gitmiyor. Marble Arch istasyonundan içeri girince bu şehrin metrosuna has garip bir koku insanı sarıyor. Küf ve fren balatası kokusunun karışımı gibi... Eski bir koku, Beyoğlu çevresinde ara sokaklarda dolaştığım yıllardan koku hafızama işlemiş, tanıdık...

Köstebek. Evet, ta kendisiyim. Yerin bilmem kaç kat altından binlerce insanla burun buruna gidiyorum. Buradan Holborn dört durak. Bazen o kadar tıkış tıkış gidiliyor ki, bunalıp ilk durakta inip yürümüşlüğüm vardır. Holborn istasyonunun girişi çıkışı, ekonomik krizlerin baş mimarları sayılan finansal sektör çalışanlarına inat olsun diye dar yapılmış herhalde. TEM gişelerininin insan versiyonunu oynuyoruz yine. Turnikelerden çıkmayı başarınca vızır vızır bir yol ile burun buruna geliniyor. İnsan kalabalığını bir kez daha tekrar etmenin anlamı yok. Bir an için boş bulunsanız Osmanbey'e olduğunuzu zannedebilirsiniz. Bu kadar benzeyebilir! Bu semtin tek güzel yanı British Museum'a beş dakika yürüme mesafesinde olması.
Önümde yoğun bir çalışma günü var ama aklım Paris'te. Öğle yemeğinde de çalışarak işleri toparlayıp 4.30'da çıkıp gara gitmeliyim. Planlar tutuyor. Paris'e giden Eurostar trenlerin kalktığı St. Pancras, ya da diğer adıyla King's Cross istasyonu bana iki durak mesafede. Hani biraz sıkıp da yürüsem 20 dakika. Gar oldukça ferah ve geniş. Bizim Holborn istasyonundan içeri girilen sürede, burada bilet ve pasaport kontrolü yapılıyor. Oldukça hızlı ve de bürokrasisiz bir geçiş... Bekleme salonu havadar ve fonksiyonel. Kulak yavaştan Fransızca duymaya alışıyor. Chanel kataloğundan çıkmış kokoş hanımlardan tutun da, Avrupa'yı sırt çantası ile gezen Korelilere kadar her milletten adam var.

Ben hala ofisten çıkıp da on dakikada Eurostar treninin içinde kendimi bulduğum için biraz şaşkınım. Hele iki saat sonra Paris'in göbeğinde olma düşüncesi iyice hayrete düşürücü. Gidiş dönüş bu yolculuk için sadece 59 pound verdiğimi hatırlamak da ayrı bir tatmin! Eurostar vagonları rahat ve aydınlık. Tren dolu, boş bir tek yer yok. Saat 17.35'de, dakik bir biçimde yavaşça hareket ediyoruz. Dışarıya bakmasam gittiğimizi anlamayacağım. O kadar sessiz ve sassıntısız. Yanımda oturan İngiliz amca diktiği şarabın etkisiyle hafiften horuldamakta. Daha ne olduğunu anlamadan Dover kıyılarına yaklaşıyoruz. Sonra 15-20 dakika kadar bir karanlık... Manş Denizi'nin içindeyiz. İnsanoğlunun son elli senede gerçekleştirdiği ulaşım ve teknolojideki gelişim gerçekten ağız uçuklatacak cinsten. 20.yüzyılın başında yaşayanlara, bir asır sonra Manş'ın altından, trenle saatte 150 kilometre hızla geçileceğini söylenseydi, buna inanan olur muydu? Daha yeni tünele girmiştik derken bir anda Fransa topraklarının üzerinde buluyoruz kendimizi. Tren burada daha da hızlanıyor. Uçarcasına dümdüz ovaları aşıyoruz. Millet hafiften havaya girip yemek vagonundan aldıkları şampanya şişeleri ile koltuklarına dönüyor. Kahkahaların dozu artıyor. Eğleniyoruz!
Hava karardığı için Paris'in dış kuzey mahallelerini görmek zor ama etrafda bir Magrip havası olduğu kesin. Sınırlar gözle görülmez gibi duran çizgiler olsa da, İngiltere'den Fransa'ya geçen adam ülke değiştirdiğini iliklerine kadar hissediyor. Öyle ya iyi kötü Akdeniz ülkesi burası! Gar du Nord, Paris'in göbeği! Trenden gara adım atınca insan kalabalığı arasından kardeşim Emre Ülker'i hemen seçiyorum. Ayların hasretle kucaklaşıyoruz. Saatime bakıyorum. İngiltere'de olsaydım daha hala eve ulaşabilmek için yollardaydım. Burası da evim sayılır, Aslı ve Emre'nin evi... Paris bana şimdi Oxford kadar yakın!