Pazartesi, Aralık 19, 2005

EUROKRATLARIN VE BUROKRATLARIN ARDINDAKI SEHIR


Brüksel biz Türkler için gezip görülmesi gereken yerlerden biri olmaktan çok, Avrupa Birliği (AB) ile yaşadığımız uzatmalı ilişkinin dedikodularının haberciler tarafından hararetle aktarıldığı, televizyonlarda görmeye alıştığımız, uzaktaki bir başkenttir. Dışarıdan bakıldığında Brüksel gridir, sıkıcıdır, ellerinde dosyalar ile oradan oraya koşuşan koyu renk takım elbiseli “eurokrat”ların şehridir. Oysa ki, bizim sadece diplomasi ve politika ile özdeşleştirdiğimiz Brüksel, içinde hoş ayrıntıların gizli olduğu, küçük pratik ve keyifli bir Avrupa kentidir.

Brüksel’e girerken insanın karşısına çıkan manzara, önyargıları pekiştiren cinsten, biraz sıkıcı ve heyecandan uzaktır. Uluslararası organizasyonların basından görmeye alışık olduğumuz binaları özelliksiz bir görüntü sergilerler. Hiç bitmeyecekmiş gibi duran Rue de la Loi Bulvarı’nın sıkıntılı havası, yeşilin bin bir tonuna ev sahipliği yapan Brüksel Parkı ile değişmeye başlar. Kısa süre sonra yollar daralır. Estetik olarak ruhunuzu okşayan gotik yapıların sunduğu görsellik tebessüm etmemizi sağlar. Muhteşem St. Michel Katedrali’nin karşımızda belirmesiyle Brüksel’e haksızlık ettiğimizi düşünmeye başlarız. Katedral’in 16.yy’da Bernard van Orley tarafından yapılan vitrayları belki de Avrupa en etkileyici cam çalışmalarıdır. Katedral’in oturduğu yüksek tepeden aşağıya doğru inerken aklınızdaki tek şey dillere destan Grand Place’a ulaşmaktır. Daha bir iki adım atmışken karşılaştığınız insan kalabalığı ve canlılığının, Katedral’den aşağıya inerken geçtiğiniz tenha sokaklar ile nasıl böyle büyük bir tezat oluşturduğuna inanamazsınız. Hemen sağınızda kalan 1846 tarihli uzun yapı Galeries Saint-Hubert, kuzey Avrupa’nın ilk alışveriş merkezi olma özelliğine sahiptir. Öyle ki, benim gibi gidilen şehirleri İstanbul ile özdeşleştirmeye alışmış biriyseniz, hiç kuşkusuz bu büyük çarşı size Beyoğlu’ndaki Avrupa Pasajı’nı anımsatacaktır. Hipnotize olmuş gibi aynı yöne giden kalabalığın peşine takılıp dar Heuvel Colline sokağını aşınca, içine düştüğünüz düşsel güzellikteki meydan, Brüksel’e gelen her ziyaretçi gibi sizin de nefesinizi kesecek, kendi yörüngenizde şöyle bir dönmenize sebep olacaktır. Grand Place’in gotik ve barok tarzında yapılmış birbirinden güzel binaları 16 ve 17. yy.’da şehrin gelişen ekonomik ve sanatsal gelişimi yansıtır. Binaların neredeyse hepsi o dönemde ülkeyi sırtlayan locaların zenginliğini ve sanatçı bakış açılarını gözler önüne serer. Meydanın ağaçsız ve çeşmeden yoksun oluşu, garip ama insana rahatsızlık hissi vermez.

Brüksel’in gizli güzelliklerinin, binalar, parklar ve meydanlar ile sınırlı olduğunu düşünmemeli. Grand Place’i çevreleyen ara sokaklara dalınca, Brüksel’i Brüksel yapan üç olgunun varlığı size “diyet, kilo” gibi anlamsız problemleri unutturacaktır. Sıkı durun, çikolatanın, mussels-frites’ın (midye ve patates kızartması) ve biranın anavatanına hoş geldiniz! Envai çeşit çikolatanın sergilendiği vitrinlere kendinizi kaptırıp da, Modern Sanatlar Müzesi’ni ya da Kraliyet Sarayı’nı değil de, Kakao ve Çikolata Müzesi’nde geziyor olmanızda utanılacak bir durum yoktur. Neuhaus, Leonidas ve Wittamer gibi dünyaca ünlü çikolata üreticilerinin mağazalarındaki asalet, satılan ürünün çikolata değil de elmas olduğu izlenimini verir. Eğer gerçek bir çikolatakolik iseniz ve yolunuz Brüksel’e şubat ortasında düşerse yaşadınız çünkü Choccolate Passion Festival bu dönemde yapılır.

Efendim, gelelim, midye-papates ve biraya. Brüksel’in ilk bakışta kendini ele vermeyen, ama sokakları arşınladıkça varlığını hissettiren, sempatik kafeleri, restoranları ve birahaneleri vardır. Paris’e özenircesine, kaldırımlara taşan masalarda buz gibi Belçika biraları midye ve patates eşliğinde mideye indirilir. Koca bir tencereye kafasını sokmuş, midyenin çorba kıvamındaki - sebzeler ile zenginleştirilmiş - suyunu kaşıklayan insanları görüp de iştahın kabarmaması mümkün değildir. Bu midye ve patates kızartması cümbüşüne katılmak üzere oturduğunuz bir restoranda karşılaşacağınız zorluk kesinlikle bira seçmek olacaktır. Belçika’da 500’den fazla bira çeşidi vardır. Bu zenginlik, bildik lager Stella Artois’dan başlayıp, ale cinsi Trapiste’ye, frambuazlı Framboise’dan vişneli Kriek’e kadar uzanır.

Brüksel sokaklarında yürürken kulağınıza Jacques Brel’in namelerini gelebilir. Brel, Brüksel doğumlu ünlülerdendir. Brüksel’in nam yapmış bir başka ünlüsü ise Mannaken Pis, yani “işeyen çocuk” heykelidir. Grand Place’in güneyinde kalan Stoofstraat caddesinin bitimindeki, neyi sembolize ettiği tam bilinmeyen ve geçmişi 1388’e kadar uzanan bu meşhur heykel hakkında bir çok efsane vardır. Bunlardan en çok anlatılanı, 16.yy’daki savaşlardan birinde fitili patlamak üzere olan bir bombayı işeyerek söndürerek şehri kurtaran ünlü bir kontun oğluna ait olanıdır. Bu küçük heykelin, Elvis Presley ‘den Mickey Mouse’da dahil olmak üzere yaklaşık 450 adet kostümü olduğu söylenir. Bira festivallerinde çeşmesinden su yerine saatte 70 litre bira püskürten Mannaken Pis, şehrin eğlenceli köşelerinden biridir.

Şehrin küçük ve yürümeye elverişli oluşu, keşif yamayı sevenler için büyük şanstır. Zira, herhangi bir aracın içindeyken fark etme olasılığı az olan çeşitli ayrıntıları yürüyerek yakalamak mümkündür. Şehrin gerçek ruhunu yansıtan yerler olan pazarların büyük bir çoğunluğu işte bu tür yürüyüşlerde keşfedilir. Pazar günleri Place Agora ve cumartesileri de Place du Jeu de Balle’de kurulan pazarlar ilginç ve her insana hitap edebilecek türlü eşyalar ile doludur. Aklınıza hayalinize gelmeyecek aksesuarlar ve antikalar bu pazarlarda tezgahları süslerler.

Brüksel’in sembolü haline gelmiş bir başka anıt yapı ise Atomium’dur. Şehrin kuzeyindeki Heysel bölgesinde bulunan Atomium, ünlü mimar Andre Waterkeyn tarafından Brüksel Dünya Sergisi için 1958 yılında yapılmıştır. 102 m yüksekliğindeki bu eser, 165 milyon kere büyütülmüş demir moleküllerini sembolize eder. Atomium’un hemen yanı başında ise 1985’de yaşanan futbol faciası ile anımsayacağınız Heysel Stadyumu dikkat çeker.

Brüksel, tüm önyargılara ve politik havasına rağmen gizli köşelerinde sizi yakalayıveren, kendisini ziyaretçisine sevdiren bir şehirdir. Ön yargılarınızı unutun ve Brüksel’in güzelliklerini ayrıntılarda yakalayın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlariniz alinir!