Cuma, Ekim 26, 2007

Cikti... Bir Turk Bir Ingiliz ve Uc Kurusluk Dunya





Bir kitaba önsöz yazmak için kağıdı kalemi ele alınca insan, işi neresinden tutacağını bilemiyor. Kitabın içeriğinden mi bahsetmeli? İçeriği bir kenara (daha doğrusu okuyucuya) bırakıp, kendine neler hissettirdiğinden mi dem vurmalı? Hele kitabın ilk bölümü, burada olduğu gibi, durumu biraz daha karıştırmak istercesine, mektup şeklinde yazılmışsa; o mektupların yazıldığı kişi olduğunu düşünmek, çok mu iddialı? Belki de bu kısa yazıya yeniden başlamam gerekiyor. Şöyle yazmalıyım cevaben:

SEVGİLİ DOSTUM,

Kitabını defalarca okudum. Defalarca, kimselere açmadığın sırlarını, hani başkalarını bırak, bunca yıllık dostluğumuza rağmen bana bile anlatmadığın kimi ayrıntıları gözden geçirdim. Yolculuğunuzu hazırlayan hastalık sürecinden, uzak coğrafyalarda başınızdan geçen ilginç olaylara kadar, bu kitabı oluşturan her şey üzerine uzun uzun düşündüm. Sonunda bütün bunlardan öğrendiğimi sandığım şey, yaşadıklarını anlamamın aslında ne kadar zor olduğuydu.

Borges, Aristo'nun bir eserini çevirmeye uğraşan İbn Rüşt'ten bahsettiği bir hikayenin sonunda, bunun, bir başarısızlık öyküsü olmak üzere yazıldığını açıklar. Zira, hikayedeki İbn Rüşt, hayatında tiyatronun hiç yeri olmadığı halde, trajedi ve komedi kavramlarını anlamaya, hatta açıklamaya çalışmaktadır. Söz konusu başarısızlığın en önemli özelliğiyse, İbn Rüşt tarafından anlaşılamayan şeyin, dünyanın bin bir gizeminden biri değil de, başkaları için anlaması son derece kolay bir şey olmasıdır.

Şöyle düşün: Kansere yakalanmayan bir insan için, radyoterapiye ilk girişinden önce beklediğin o salonda, vaktin nasıl korkuyla geçtiğini tam olarak anlamak mümkün olabilir mi? Oysa, yazdığın kitabı okurken, benzeri bir bekleme salonunda yaşadıklarını anımsayan insanlar için, bunların dile getirilmiş olması bile ne kadar önemli, değil mi? Her gün işlerine gidip gelirken, hayatın kendilerine verdiği nimetleri düşünmeyi unutan, bir düzenin parçası olmaktan başka herhangi bir varlık hissine sahip olmamaya başlayan insanlar için, her şeyi bırakıp gitmenin, düşledikleri yolculuklara çıkmanın fikri bile ne kadar uzak. Oysa çok iyi hatırlıyorum, yazılarını okuyup yıllardır ertelediği uzun yolculuğa çıkmak için senden ilham aldığını söyleyen ve teşekkür eden adamı. Hayatlarında yaşadıkları ülkeden dışarı adım atmamış olanlar, ya da yurtdışı seyahati denince akıllarına, bol parayla alışverişe gidilen Avrupa ülkelerinden başka bir yer gelmeyenler için, o uzak coğrafyaların kokusunu hayal etmek, olası mı? Sen bile, onca yıl İstanbul'un çilesini çekerken, bir gün Kota Kinabalu Dağı'na tırmanacağını hayal edebilir miydin, söyle. Oysa, doğduğu ülkenin daha önce gitmediği bir yöresine bile, seninle aynı gezgin ruhu taşıdığı için, o onmaz merakla dalan kişi, çok iyi anlayacaktır, eminim; suyu düzgün akmayan, içinde farelerin cirit attığı bir pansiyonda, ertesi gün görüleceklerin heyecanıyla uyumadan geçirilen geceyi.

Seninle neredeyse yirmi yıldır mektuplaşırız. Paylaşmak denince, aklımıza mektuplaşmak gelir. Okurun bunu bilmesi, belki kitabın ilk bölümünün neden mektup seklinde yazıldığını anlamasına yardımcı olacaktır. Bu arada, yirmi yıl diyorum da, dile kolay geliyor. Gençlik günlerimizi hatırlıyorum. Kendimizi dokunulmaz sandığımız zamanları. Hastalıkların, hayatın olağan zorluklarının, ayrılıkların bizim için olmadığını düşünmenin zaten, gençlik demek olduğunu anlıyorum düşününce. Ne kadar kırılganız aslında, diyorum kendi kendime. Sarsılmaya ne kadar açığız. Sonra, aslında o kadar da kırılgan değiliz, diyorum. Bugüne kadar, düşe kalka da olsa, sağ salim gelebilmişiz nihayetinde. O dönemin anılarında kaybolmamaya çalışıyorum. Anılarına bağlı yaşamak, bir süre sonra anılarda yaşamaya dönüşüyor zira. Yaşayamamaya dönüşüyor. Onlardan kurtulmak lazım. Sırtımızdan indirmek lazım yüklerini. Unutmadan ama. Yazarak, ya da belki bir yerlere kaydederek sabitlemek anıları. Paylaşmak. Ve yaşamaya asılmak lazım. Senin yaptığın gibi.

Dostum, müsaade edersen, son birkaç satırı da, doğrudan okurlarına yönelik yazmak istiyorum.

Önsöz niyetine yazılmış bu satırlar, belki çok kişisel oldu. Sizler, daha ziyade kitaba dair ipuçları bekliyordunuz. Ancak, ben de yukarda sözü geçen İbn Rüşt gibiyim. Girişini yazmaya çalıştığım bu kitabın gizlerine tam olarak vakıf değilim. Yalnız şunları söyleyebilirim: Bir kitabı, hayatınızı değiştirsin diye okumak pek akıl kârı bir iş değil, biliyorum. Bu kitap da, size yol göstermek, hayatın anlamını anlatmak iddiasıyla yazılmış değil. Ancak, elinizde tuttuğunuz kitabı okuyunca göreceksiniz ki, yazılmış bu satırlar, bütün içtenliklerine ve yalınlıklarına rağmen, -ya da belki tam da bu yüzden-, hayata dair esaslı ipuçları taşıyorlar. Sizden önce okuyan birçok kişiye, çektikleri sıkıntılarda yalnız olmadıklarını anlattılar. Bazılarına, içinde yaşamaya alıştığımız için artık farkına bile varmadığımız monotonlukların ne kadar kolay değişebileceğini gösterdiler. Kimilerine, sürekli erteledikleri bir şeylere başlama, ya da yarım bıraktıkları bir şeyleri yeniden ele alma cesareti verdiler. Hani başka hiçbir işe yaramamış olsalar, en azından tanıklığı oldukları keyifli geziyi, farklı iklimleri, uzak ufukları ballandıra ballandıra anlatıp, bize hayaller kurdurttular.

Şimdi lütfen arkanıza yaslanıp kitabınızı rahat rahat okuyun ve bitirdikten sonra bir kez olsun kendinize sorun: Peki ben nereye kadar gidebilirim?


A. Emre Ülker
Paris - Nisan 2007